22 Kasım 2020 Pazar

Simyanın Tabiatı ve Dili


(*İlgili bölüm Titus Burkchardt'ın, Simya, Sembolizm ve Dünyagörüşü (Verka Yay.) kitabından alınmıştır.)

 Kutsal sanatın tabiatı hakkındaki kitabımda (Doğu'da ve Batı'da Kutsal Sanat) sanatsal yaratımı -haricî estetik yönüyle değil- kutsal bir geleneğin içinde görüldüğü şekliyle, hedefi sanatkârın kendi nefsinin olgunlaşması, 'dönüştürülmesi' veya yeniden doğuşu olan dâhili bir süreç olarak değerlendirirken mukayese amacıyla birkaç defa, simyaya göndermede bulunmak lüzumunu hissettim. Üstatları tarafından bir sanat -hatta 'kral sanat' (ars regia)- olarak adlandırılan simya, baz metalleri altın ve gümüş gibi soy metallere dönüştürmesi temsiliyle, söz konusu dahilî sürecin oldukça manidar bir tasvirini sunar. Aslında simya, nefsi dönüştürme sanatı olarak adlandırılabilir. Bunu söylerken, simyacıların, metallerin saflaştırılması ve alaşım yapılması gibi metalürjik işlemleri de bildiklerini ve uyguladıklarını inkâr etmek istemiyorum. Bununla birlikte onların gerçek işi nefsin dönüştürülmesiydi ve bu iş için bütün bu uygulamalar sadece haricî istinat noktaları veya 'işlemsel' sembollerdi. Bu noktada simyacıların şahitliği ittifak halindedir. Mesela, Yakın Doğu ve Batı simyasının babası Hermes Trismegistos'a atfedilen 'Yedi Bölümlü Kitap'ta şunları okuruz: ''Bak, saklı olan şeyi sana açmış bulunuyorum: (Simyevi) eser seninle ve senin içindedir; mademki o senin içindedir ve orada süreklidir; nerede olursan ol, karada veya denizde her zaman ona hazır halde sahip olacaksın...'' Ve arap emîri Hâlid bin Yezid ile bilge Morienus (veya Marianus) arasında geçen diyaloga dair meşhur risalede anlatılır ki emîr bilgeye, Hermetik işin onunla icra edildiği şeyi nerede bulunabileceğini sordu. Bunun üzerine Morienus sessiz kaldı ve sadece biraz duraksamadan sonra cevap verdi: ''Ey Emîr, sana hakikati ilan ediyorum ki Tanrı Rahmetiyle bu olağanüstü şeyi senin içinde yarattı; nerede olursan ol, o her zaman senin içindedir ve senden ayrılamaz...'' O halde işin esasını teşkil eden şey, onun hakiki maddesi, insanın tabiatının kendisidir.

Binaenaleyh, simya ile diğer bir kutsal sanat arasındaki fark şudur; Simyada ustalığa, mimari ve resimdeki gibi haricî zanaatsal düzlemde değil sadece dahilî olarak ulaşılır; çünkü simya çalışmasını (magisterium) oluşturan kurşunu altına dönüştürme, zanaatsal ustalığın imkanlarını oldukça aşar. Simyacılara göre tabiatın hesaplanamayacak kadar uzun bir sürede kendi başına başabileceği bir 'sıçrama'ya sebep olan bu işlemlerin harikuladeliği, cismanî imkânlarla nefsin imkânları arasındaki farka işaret eder. Çözülme, kristalleşme, erime ve yanma gibi halleri, bir noktaya kadar nefsin değişimleri yansıtabilen madeni bir madde, belirli sınırlarla bağlı kalmak zorundayken, nefs, hiçbir biçimle kayıtlı olmayan Ruh'la buluşması sayesinde bu hallere tekabül eden 'psişik' sınırların üstesinden gelebilir. Kurşun dahilî insanın veya metalin hasta, ağır ve kaotik vaziyetini temsil eder, buna mukabil 'katılaşmış ışık' veya 'yersel Güneş' olan altın hem metalik hem de insanî varoluşun mükemmelliğini ifade eder. Simyanın telakkisine göre altın, metalik tabiatın gerçek hedefidir; diğer bütün metaller adeta hazırlayıcı adımlar veya bu sonuca doğru denemelerdir. Sadece Altın, bütüm metalik özelliklerin ahenkli bir dengesine haizdir ve bu yüzden devamlılığa da sahiptir. Meister Eckhart, ''bakır, altın oluncaya kadar rahat bulmaz'' derken, gerçekte kendi ebedi varlığının özlemini çeken nefse gönderme yapar. Bu nedenle her zamanki suçlamanın aksine simyacılar, sadece onların inandığı, gizlice korunan formüller vasıtasıyla, sıradan metallerden altın yapmaya çalışmadılar. Kim buna teşebbüs etmek istediyse, yaşayan simya geleneği ile herhangi bir bağı olmaksızın ve sadece yüzeysel olarak anyabildikleri metinleri tetkik ederek, 'büyük iş'i başarmak isteyen 'kömür yakıcılar'denen gruba mensup oldu.

İnsanı, kendi zamanüstü varlığının bilgisine götüren bir yol olarak simya, mistisizmle mukayese edilebilir. Simyevî ifadelerin, Hıristiyan ve hatta daha da çok İslâm mistisizmi tarafından benimsenmesi hususu zaten buna işaret eder. Simyanın mükemmellik sembolleri, beşerî durumun manevî hakimiyetine, merkeze dönüşe, üç tektanrıcı dinin yersel cennetin yeniden kazanılması dediği şeye gönderme yapar. Bir simyacı olarak kendi Hıristiyan inancının diline başvuran Nicolas Flamel (1330-1417), mâmulun tamamlaması hususunda şöyle yazar; ''evvelce ne kadar kötü olursa olsun bu mâmul insanı cömert, halim, dindar, inançlı ve Allah'tan korkar hale getirmek için ondan bütün günahların kökünü, yani açgözlülüğü silerek onu iyi yapar; çünkü bundan böyle o, devamlı olarak, Tanrı'dan aldığı büyük lütuf ve rahmetle ve O'nun harika işlerinin derinliği ile doldurulur.'' (Biblioteque des philosophes chimiques) Bütün günahların kökünü kazımak, âdemî kemâle dönüşe tekâbül eder.

Mistisizmin özü ve hedefi, Tanrı ile birliktir. Simya bundan bahsetmez. Bununla birlikte mistisizmin yolu, insan tabiatının ve onun sembolik vasfının başlangıçtaki 'soyluluğu'nu yeniden kazanmaktır; çünkü Tanrı ile birlik, -yaratlan ile Tanrı arasındaki kıyas kabul etmez uçuruma rağmen- sadece bu ikisini birleştiren şeyden dolayı mümkündür ve bu da, 'tahrif edilen' veya ilk günah tarafından etkisizleştirilen Âdem'in Tanrı'nın suretinde olmasıdır. Önce 'sembol insan'ın saflığı yeniden kazanılmalıdır, sonra onun taslağı (insan formu), sonsuz ve ilahî Arketipine yeniden bürünebilir. Kurşunun altına dönüştürülmesi, manevî anlamında, insanî tabiatın başlangıçtaki asaletini yeniden kazanmaktan başka bir şey değildir. Altının eşsiz niteliğinin, kütle, sertlik, renk vs gibi metalik özelliklerin haricî toplamı ile hâsıl edilemeyeceği gibi; 'âdemî' mükemmellik de sırf erdemlerin toplamı değildir. O altın kadar eşsizdir ve bu mükemmelliği gerçekleştirmiş insan, diğerleriyle karşılaştırılamaz. Onun içindeki her şey 'orjinal'dir ve bu manada onun özü bağımsızdır. Bu halin gerçekleşmesi mecburen mistik yolla bağlantılı olduğundan, simya aslında, mistisizmin bir dalı olarak değerlendirilebilir.

Ancak simyanın manevî 'tarzı', doğrudan dini bir inanca dayalı olan mistisizminkinden o kadar farklıdır ki bu durum, simyaya 'Tanrı'sız bir mistisizm' demek şeklinde bazılarının aklını çelmiştir. Bununla birlikte, bu ifadenin bütünüyle yanlış olduğu söylenmezse de tamamıyla yersizdir, çünkü simya bir Tanrı inancını peşinen kabul eder ve neredeyse bütün üstatları ibadetlerin ifasına büyük önem verirler. Bu ifade yalnızca şu dereceye kadar doğrudur ki simya bu haliyle hiçbir teolojik omurgaya sahip değildir. Bu sebeple mistisizmin teolojik karakteri, simyanın manevî ufkunu zorunlu olarak sınırlamaz. Yahudi, Hıristiyan veya İslâm mistisizmi, vahyedilmiş bir hakikat, Tanrı'nın bir yönü veya kelimenin en derin anlamında bir idea üzerinde kendi usulüne göre bir tefekkürdür; bu ise bu ideanın manevî tasavvuru ve ona isteyerek riayet edip uygun davranmaktır. Öte yandan simya, nefsin güçlerinin oyununu tamamen kozmolojik bir bakış açısından mütalaa eder ve nefse arıtılması, çözündürülmesi ve yeniden kristalleştirilmesi gereken bir madde olarak muamele eder. Simya bir tabiat bilimi veya sanatı olarak hareket eder, çünkü onun için dahilî bilincin bütün halleri, hem harici, görünür ve maddi biçimleri hem de nefsin dahilî, görünmeyen biçimlerini kuşatan bir ve tek 'Tabiat'ın tavırlarından başka bir şey değildir.

Bütün bunlara rağmen simya, müşahedeci bir nitelikten tamamen uzak değildir. O hiçbir şekilde manevî kavrayıştan mahrum, sırf pragmatizmden ibaret bir şey de değildir. Onun manevî ve belli bir anlamda müşahedeci tabiatı, madenlerinin sahası ile nefsin sahası arasındaki bir benzetmede, doğrdudan onun somut biçiminde bulunur; çünkü bu benzerlik, sadece maddî şeylere niceliksel (belli bir anlamda dahilî) olarak bakabilen ve nefsin nesnelerini ise 'maddî' yani nesnel ve somut olarak kavrayan bir görüş tarafından algılanabilir. Başka bir ifadeyle simya kozmolojisi esas itibariyle bir varlık öğretisini, bir ontolojiyi içerir. Metalürjik sembol, sadece dahilî süreçlerin iğreti ve yaklaşık tasviri değildir; her gerçek sembol gibi bir tür vahiydir.

Nefsin dünyasını 'gayrişahsî' tarzda değerlendiren simya, 'bilgi yolu'na, gnosis'e, 'aşk yolu'ndan daha yakın durur. Çünkü Ben-merkezci nefsi (die ichhafte Seele), sadece öznel olarak tecrübe etmek yerine nesnel olarak ele almak, -ifadenin sapkın değil gerçek anlamında- irfanın ayrıcalığıdır. Bu sebeple, simyanın ifade biçimlerini zaman zaman kullanan, 'bilgi yolu' üzerinde kurulmuş mistisizmdir, şayet onun 'yol'unun dereceleri ve tarzlarıyla simyanın biçimlerini gerçekten benimsemişse.

Mistisizm ifadesi, 'sır' veya 'geri çekmek' (Yunanca myein) kelimesinden gelir; mistisizmin özü, sırf akılcı bir yorumdan kaçınır ve aynısı simya için de geçerlidir.

Simya öğretisinin kendini bilmecelerde gizlemesinin diğer bir sebebi de onun herkes için bir anlam ifade etmemesidir. 'Kral sanat', sıradan anlayıştan daha fazlasını ve bellir bir nefs durumunu peşinen gerektirir, aksi takdirde uygulaması nefs için sadece küçük tehlikeler içermeyebilir. Ortaçağın meşhur bir simyacısı olan Artephius şöyle yazar; ''Bizimkinin Kabalacı bir sanat olduğu bilinmiyor mu? Bununla şunu kastediyorum ki o ancak şifahî olarak açığa vurulur ve sırlarla doludur. Fakat sen, zavallı aldatılmış adam, bütün sırların en büyüğü ve en önemlisini açık ve seçik öğreteceğimize ve bu yüzden de sözlerimizi literal anlamında alabileceğine inanacak kadar basit misin? İyi niyetle semin temin ederim ki -çünkü ben diğer filozoflar gibi kıskanç değilim- her kim diğer filozofların (yani simyacıların) yazdıklarını, alışıldık manada alırsa, asla kurtulamayacağı bir labirentin bucaklarında kaybolacak ve yanında yolunu bulmasına yardım edecek çıkışa götürecek Ariadne'nin iği olmadığı için, kendini kaybedecektir...'' Muhtemelen M.S dördüncü yüzyılda yaşamış olan Synesios'da şöyle yazar; ''Onlar sadece azizler, bilgeler ve anlayışla aydınlanmış nefsler anlayabilsinler diye (gerçek simyacılar) kendilerini sadece semboller, istiareler ve teşbihlerle ifade ederler. Bununla birlikte eserlerinde belli bir yola ve belli bir kaideye riayet etmişlerdir, öyle ki bilge insan, onu anlayabilir ve belki bazı tökezlemelerden sonra onların içinde gizli bir şekilde tarif edilen her şeye erişebilir. Son olarak, Ortaçağın büyük simya ilmini Summa'sında özetleyen Geber şöyle beyan eder; ''Bu sanat sadece muğlak kelimelerle açıklanmalıdır, ancak herkesin anlayabileceği derecede açık bir şekilde izah edilmemelidir. Ben bu yüzden onu öyle bir tarzda öğretiyorum ki vasat zihinlere oldukça muğlak gelse bile bilge kişiye hiçbir şey gizli kalmaz; aptal ve cahiller ise bundan hiçbir şey anlamazlar...'' Bu uyarılara rağmen (ki bu hususta pek çok örnek verilebilir) özellikle onyedinci yüzyıldaki birçok insanın, simya metinlerinin gayretli bir incelenmesiyle altın yapmanın vasıtalarını bulabileceklerine inanmaları oldukça şaşırtıcıdır. Simyacı yazarların genellikle sadece layık olmayan birinin tehlikeli bir gücü elde etmesine engel olmak için simyanın sırrını koruduklarını ima etmeleri doğrudur. Böylece onlar ehliyetsiz kişileri uzak tutmak için kaçınılmaz olan yanlış anlayıştan faydalanırlar. Onlar, sanatlarının görünüşteki maddî gayelerinden, -aynı zamanda hakikati de dile getirmeyerek- asla bahsetmediler. Dünyevî bir tutkuya kapılmış kişi, herhangi bir açıklamanın esasından gafil olmak zorunda kalır. Bu nedenle Hermetik Zafer'de şöyle yazılıdır; ''Filozof taşı (onunla baz metaller altına çevrilir), ona sahip olan kişiye uzun ömür ve hastalıktan kurtuluş ihsan eder ve onun gücünde, en kudretli fatihlerin sahip olduğundan daha fazla altın ve gümüş getirmek vardır. Buna ilaveten, bu hazine bu hayattaki diğer bütün hazinelerin üzerinde bir üstünlüğe sahiptir, yani ona sahip olan kişi tamamen mutlu olacaktır, -ona bir bakış insanı mutlu kılar- ve onu kaybetme korkusu asla ona ilişmeyecektir.'' İlk cümle, simyanın haricî yorumunu destekler görünür, halbuki ikinci cümle, arzu edilen ölçüde açıkça gösterir ki burada söz konusu olan sahiplik dahilî ve manevîdir. Aynı şey, önceden adı geçen Yedi Bölümlü Kitap'ta da bulunur; ''Her şeye kadir olan Tanrı'nın yardımıyla bu (filozof) taşı seni en şiddetli hastalıklardan kurtaracak ve koruyacaktır; ayrıca üzüntü ve belaya karşı ve özellikle bedenine ve nefsine zararlı olabilen her şeye karşı seni koruyacaktır. Seni karanlıktan aydınlığa, çölden yurduna, fakirlikten zenginliğe götürecektir.'' Bütün bu iktibaslardan anlaşılan çifte anlam, sıklıkla itiraf edilen, 'bilge'ye öğretmek ve 'aptal'ı kandırmak şeklindeki maksada uygundur.

Çünkü, bütün 'hermetik' ketumluğu ile birlikte simyevi ifade tarzı, keyfi bir buluş değil aksine bütünüyle sahicidir; Geber, meşhur Summa'sının ekinde şunu söyleyebildi: ''Ne zaman ilmimiz halkında en açık ve seçik şekilde konuşuyor gibi görünsem de aslında kendimi en muğlak şekilde ifade etmiş ve konuşmamın konusunu bütünüyle gizlemişimdir. Bütün bunlara rağmen simya işini asla temsilî anlatımlarla veya bilmecelerle örtmedim, aksine açık ve anlaşılır kelimelerle ele aldım ve samimi bir şekilde tarif ettim, tıpkı onu kendi bilmemde ve ilahî ilham ile öğretilmemde olduğu gibi...'' Öte yandan, simyacılar, yazılarını kasten, okunduklarında akla karanın ayrılmasını sağlayacak bir şekilde telif ederler. Son zikredilen eser bunun bir örneğidir, çünkü Geber aynı ekte şöyle der: ''Bu münasebetle bu Summa'da ilan ederim ki ilmimizi insicamlı olarak öğretmedik, fakat onu çeşitli bölümler halinde şuraya buraya yaydık; çünkü onu insicamlı ve bir düzen içinde sunmuş olsaydım onu şerre kullanması muhtemel olan kötü niyetliler, iyi niyetli kişiler kadar kolay bir şekilde öğrenebileceklerdi...'' Geber'in görünüşte metalürjik biçimde tasarlanmış açıklamaları yakından incelenirse kimyasal işlemlerin az çok somut tariflerinin arasında, dikkate değer düşünce atılımları keşfedilecektir; mesela önceden 'madde'den (iş ile bağlantılı olarak) söz etmemiş olan yazar birden bire şöyle söyler: ''Şimdi yeteri kadar tanıdığın bu maddeyi al ve onu kabın içine koy...'' veya metallerin haricî vasıtalarla dönüştürülemeyeceğini uzun uzadıya vurguladıktan sonra birdenbire, onları gümüş ve altına çevirerek 'bütün hasta metalleri iyileştiren bir tıp'tan bahseder. Bu türden her durumda, zihinsel kavrayış bir duvarla karşılaşır ve bu, gerçekten bu türden bir açıklamanın amacıdır. Talebeye aklının (ratio) sınırları doğrudan tecrübe ettirilir ki sonunda, Geber'in söylediği gibi, kendi içine bakabilsin: ''Kendine dönüp tabiatın madenleri yerin altında hasıl etme tarzını düşündüğümde, onları yer üzerinde mükemmeltirmemize imkan verecek şekilde tabiatın bizim için hazırladığı gerçek cevheri anladım...'' Burada, bir üstat tarafından ifade edilen paradokslar üzerinde düşünceyi yoğunlaştırarak zihinsel melekenin sınırlarını aşmaya çalışan Zen Budizmi'nin metoduyla bir takım benzerlikler dikkati çekecektir.

Simyacının geçmesi gereken eşik, manevî eşiktir. Ahlaki eşik, evvelce söylediğimiz gibi, sadece altın yüzünden simya sanatının peşinden koşmak ayartmasıdır. Simyacılar yollarının üzerindeki en büyük engelin açgözlülük olduğunda sürekli ısrar ederler. 'Aşk yolu' için kibir neyse ve 'bilgi yolu' için kendini aldatma neyse, onların sanatı için de bu günah o dur. Buradaki açgözlülüğün diğer bir adı basitçe bencilliktir; kişi kendi sınırlı ihtiraslara köle egosuna tutukluğudur. Öte yandan, ''Hermes'in talebesi sadece ihtiyaç içindeki yoksullara -veya bizzat tabiatın kendisine- yardım etmek için elementlerin dönüştürülmesine çalışılmalıdır.'' şeklindeki talep; en yüksek aydınlanmayı sadece bütün yaratıkların kurtuluşu maksadıyla aramak şeklinde edilen Budist yemini hatırlatır. Her faaliyetinde sadece kendini yansıtmaya çalışan egonun şerrinden kişiyi yalnızca merhamet kurtarır.

Simyayı anlaşılır kılmak yönündeki bu teşebbüsümüzün, simyacıların hayli sıkı şekilde talep ettikleri ihtiyatî sakındırmayı (yani bu sahada ketum kalma zaruretini) ihlal ettiği şeklinde bir itiraz gelebilir. Buna şöyle cevap verilebilir; simyanın en içteki sırrına bir anahtar içeren sembollerin anlamını hiç kimse en ince tafsilatıyla anlatamaz. Geniş bir ölçüde açıklayabileceğimiz şey, simya sanatına esas olan kozmolojik öğretiler, onun insan ve tabiat görüşü ve de süreçlerinin genel seyridir. Ve Hermetik işin bütününü yorumlayabilseydik bile hiçbir yazılı kelimenin ifade edemeyeceği ve işin mükemmelliği için zaruri olan bir şeyler daima kalacaktır. Terimin doğru anlamında her kutsal sanat gibi (yani bilincin yüksek hallerinin gerçekleştirilmesine götürebilen her 'metot' gibi) simya da bir inisiyasyona tabidir; İşin talimatları, kaide olarak bir üstattan alınmalıdır ve sadece en nadir örneklerde, kişiden kişiye uzanan zincir kesilmiş olduğunda manevî etkinin mucizevî bir şekilde aralığı atlaması vuku bulabilir. Emîr Hâlid ile Morienus arasında geçen konuşmada bu konuya dair şöyle söylenir: ''Bu sanatın esası odur ki her kim onu nakletmek isterse öğretiyi bir üstattan almış olmalıdır... Ustanın bunu çok defa talebesinin önünde uygulamış olması da zorunludur... Çünkü kim bu işin sırasını iyi bir şekilde bilir ve kendi başına tecrübe etmiş olursa sadece kitaplarda bu işi aramış kişiyle karşılaştırılamaz...'' Simyacı Denis Zachaire şöyle yazar: ''Eğer kişi henüz onu öğrenmemişse her şeyden önce şunun bilinmesini isterim ki; bu ilahî felsefe beşerî gücü fazlasıyla aşar; onu kitaplardan elde etmek bir yana, Tanrı onu Kutsal Ruhu ile kalplerimizin içine sunmadıkça veya yaşayan bir kişinin ağzından bize öğretmedikçe elde edemeyiz...''