5 Ekim 2021 Salı

(İlgili kısım Ruh ve Madde Yayınlarından neşredilen, Gurdjieff ve Ouspensky Öğretisi Üstüne Yorumlar kitabından alınmıştır.)

Bay Ouspensky konuşuyor:

 ''G. ile (Gürciyev'i kastediyor) grubumuzda yaptığımız bir sohbet sırasında, ki bu daimi hale gelmeye başlıyordu, şöyle sordum: Kadim bilgi saklandıysa ve genel olarak konuşursak, bizim bilim ve felsefemizden farklı, hatta onu geride bırakan bir bilgi her zaman mevcut olduysa, niçin böylesine dikkatli bir şekilde gizli tutulmuştur? Niçin herkesin malı yapılmamıştır? Bu özel bilgiye sahip olan insanlar; hile kötülük ve cahillik ile daha iyi ve daha başarılı bir mücadele uğruna bu bilginin genele yayılmasına izin verme konusunda niçin isteksizdiler?''

Sanırım bu, ezoterizm fikirleriyle ilk kez tanıştığında herkesin zihninde genellikle oluşan bir soru.

Buna iki cevap var, dedi G. İlk olarak, bu bilgi saklanmamıştır; ve ikinci olarak, doğası gereği herkesin malı haline getirilemez. İlk önce bu durumlardan ikincisini dikkate alacağız. Bilginin (bu kelimeyi vurguladı), ona benzeme kapasitesi olanlara göre, genellikle sanıldığından çok daha ulaşılabilir olduğunu ve bütün meselenin, insanların ya onu istememeleri ya da alamamaları olduğunu sonradan size ispatlayacağım. Fakat her şeyden önce başka bir şey, yani bilginin herkese ait olmadığı, hatta çoğunluğa bile ait olmadığı anlaşılmalıdır. Kanun böyledir. Bunu anlamıyorsunuz çünkü bilginin, dünyadaki diğer her şey gibi, 'maddesel' olduğunu anlamıyorsunuz. Maddeseldir ve bu da maddenin tüm niteliklerine sahip olduğu anlamına gelir. Maddenin ilk niteliklerinden biri, belirli bir mekânda ve belirli koşullar altında sınırlı olmasıdır. Hatta çöldeki kum ve denizdeki su bile, belli ve değişmeyen miktardadır. Dolayısıyla, bilgi maddesel ise, belirli bir zamanda onun belli bir miktarı mevcut, demektir. Belirli bir zaman periyodu boyunca, diyelim ki bir yüzyılda, insanlığın kullanımında belli bir miktar bilgi var, denilebilir. Sıradan bir hayat gözleminden bile biliyoruz ki, bilgi maddesi, az veya çok miktarda alınmasına göre, tamamen farklı niteliklere sahiptir. Belirli bir yerde geniş miktar alınması, yani bir insan tarafından ya da diyelim ki küçük bir grup insan tarafından, çok iyi sonuçlar üretir; küçük bir miktar alınması (yani çok sayıda insanın her biri tarafından) hiç sonuç vermez; ya da beklentinin aksine negatif sonuçlar verebilir. Bu nedenle, belli kesin bir miktar bilgi milyonlarca insan arasında dağıtılırsa, her bir birey çok az alacaktır ve bu küçük miktar bilgi onun hayatında da, şeyleri anlayışında da hiçbir şey değiştirmeyecektir. Ve bu küçük miktar bilgiyi alan insanların sayısı çok olmasına rağmen, onların yaşamlarında, belki onları daha zor yapması dışında hiçbir şey değiştirmeyecektir.

Fakat tam tersine, büyük miktarda bilgi az sayıda insanda konsantre edilirse, bu bilgi büyük sonuçlar verecektir. Bu bakış açısından, bilginin az sayıda insan arasında saklanması ve kitleler arasında dağıtılmaması gerekliliği çok daha makûldür.

Belirli bir miktar altın alıp belirli bir sayıda nesneyi onunla yaldızlamaya karar verirsek, tam olarak kaç tane nesneyi bu altın miktarıyla yaldızlayabileceğimizi bilmeli ya da hesaplamalıyız. Daha fazlasını yaldızlamaya çalışırsak, her tarafı eşit olmayacak şekilde, yamalı olarak kaplanacaklardır ve yaldızsız hallerinden daha eğreti görüneceklerdir; ve böylece altınımız israf olacaktır.

Bilginin dağılımı, tam olarak aynı ilkeye dayanır. Bilgi herkese verilirse hiç kimse pek bir şey alamaz. Birkaç kişi arasında korunursa, her biri sadece korumak için değil, aldığını artırmak için de yeterli miktarda alacaktır.

İlk bakışta bu teori çok adaletsiz görünür, çünkü diğerlerinin daha büyük bir pay alabilmesi için, deyim yerindeyse bilgiyi inkâr edenler, çok üzgün ve hakedilmemiş bir şekilde, olması gerekenden daha zor görünürler. Esasen durum böyle değildir; ve bilginin dağılımında en ufak bir adaletsizlik yoktur.

Gerçek şudur ki, muazzam bir insan çoğunluğu hiç bilgi istememektedir; onunla ilgili paylarını reddederler ve hatta hayatın amaçları için genel dağılımda onlara ayrılan hisseyi bile almazlar. Bu durum, aniden insanların az da olsa kendilerinde bulunan sağduyuyu yitirmiş ve kendileri için muazzam sayıda, büyük çapta yıkıma sebep olarak, başka bir deyişle, kendilerini koruma içgüdülerini bile kaybederek tamamen otomatlara dönüşmüş göründükleri savaş, devrim vs. gibi kitle çılgınlığı zamanlarında özellikle açıktır. Buna bağlı olarak, muazzam miktarda bilgi miktarı, deyim yerindeyse sahipsiz kalır ve onun değerinin farkına varanlar arasında dağıtılabilir.

Bunda hiçbir adaletsizlik yoktur çünkü bilgiyi alanlar başkalarına ait olan hiçbir şeyi almazlar, başkalarını hiçbir şeyden yoksun bırakmazlar; sadece onların 'yararsız' diye reddettikleri ve alınmazsa kaybolacak olan şeyi alırlar.

Bilginin bazı kişiler tarafından toplanması, onun diğerleri tarafından reddedilmesine bağlıdır.

İnsanlığın yaşamında; telafi edilemez bir şekilde kitlelerin aklını kaybettiği ve yüzyıllık ya da binyıllık kültür tarafından yaratılmış her şeyi yıkmaya başladığı, genel olarak kültürlerin ve uygarlıkların çöküşünün başlangıcı ile aynı zamana rastlayan periyotlar vardır. Sık sık jeolojik tufanlara, iklimsel değişimlere ve gezegensel nitelikli benzer fenomenlere rastlayan bu tip kitlesel çılgınlık dönemleri, çok büyük miktarda bilgi maddesini serbest bırakır. Bu durum ise, aksi takdirde kaybolacak bu bilgi maddesini toplama çalışmasını gerektirir. Böylece dağınık bilgi maddesini toplama çalışması sık sık kültürlerin ve uygarlıkların yıkımı ve çöküşünün başlangıcına rastlar.

Meselenin bu yönü açıktır. Kalabalık ne bilgi ister ne de bilgi arar ve kalabalığı liderleri, kendi ilgilerine göre, onların yeni ve bilinmeyen her şeye karşı korkularını ve hoşnutsuzluklarını güçlendirmeye çalışır. İnsanlığın yaşadığı kölelik, bu korkuya dayanır. Bu köleliğin tüm dehşetini tahayyül etmek bile zordur. İnsanların ne kaybetmekte olduklarını anlamıyoruz. Fakat bu köleliğin nedenini anlamak için insanların nasıl yaşadığını, varoluşlarının hedefini neyin oluşturduğunu; arzularının, tutkularının, ve büyük amaçlarının nesnesini; düşündüklerinin, konuştuklarının, hizmet ettiklerinin ve taptıklarının nesnesini görmek yeterlidir. Zamanımızın kültürlü insanlığının parasını neye harcadığını, en yüksek fiyata neyin hakim olduğunu, en büyük kalabalığın nerede olduğunu düşünün. Bir an için bu meseleler hakkında düşünürsek, birlikte yaşadığı ilgileri ile insanlığın, şu an sahip olduğundan farklı bir şeye sahip olmayı bekleyemeyeceği daha net hale gelir. Fakat, daha önce söylediğim gibi, başka türlü olamaz. İnsanlığın tümü için yılda çeyrek kilo bilgi tahsis edildiğini tahayyül edin. Bu bilgi herkese dağıtılırsa, her bir kişi o kadar küçük bir parça alacaktır ki eskiden olduğu kadar aptal kalacaktır. Fakat, şükürler olsun ki çok az sayıda kişi bilgiye sahip olmak ister; diyelim ki her biri bir zerre edinebilecek ve daha agâh olma olasılığı elde edebilecek olanlar alır. İstese bile herkes daha agâh hale gelemez... Burada bozulamayacak bir denge mevcuttur.

Bu, işin bu yönüdür. Diğeri, daha önce söylediğim gibi, hiç kimsenin hiçbir şeyi gizlemediği gerçeğine dayanır; hiçbir şekilde gizem yoktur. Fakat gerçek bilgiyi elde etme veya iletme, hem onu alandan hem de verenden büyük emek ve büyük çaba ister. Ve bu bilgiye sahip olanlar, olası en fazla sayıda insana onu iletmek ve anlatmak, insanların yaklaşmasını kolaylaştırmak ve gerçeği almak için kendilerini hazırlamalarını sağlamak üzere ellerinden geleni yapıyorlar. Fakat bilgi kimseye zorla verilemez, dediğim gibi, ortalama bir insanın hayatının, gününü nelerin doldurduğunun ve ilgilendiği şeylerin önyargısız bir incelemesi; bilgiye sahip insanları, kendi kendilerine bildiklerini gizleme, insanlara vermeyi ya da öğretmeyi reddetme konusundaki suçlamanın mümkün olup olmadığını derhal gösterecektir.

Bilgiyi isteyen kişi, bilginin kaynağını bulmak ve ona yaklaşmak için, herkese verilen fakat bir kural olarak insanların görmek ve tanımak istemediği yardım ve işaretlerden faydalanarak kendi kendine ilk çabayı göstermelidir. Bilgi, kendi paylarına düşen çaba olmaksızın insanlara ulaşamaz. İnsanlar bunu sıradan bilgi ile bağlantılı olarak çok iyi anlarlar, fakat 'büyük' bilgi hususunda, onun mevcudiyeti olasılığını kabul ettiklerinde, farklı bir şeyi kabul etmeyi mümkün görürler. Örneğin bir insan Çince öğrenmek isterse, herkes bunun birkaç yıllık ciddi bir çalışma istediğini çok iyi bilir; tıbbın ilkelerini kavramak için beş yıla ihtiyaç olduğunu herkes bilir ve resim ya da müzik konusunda çalışma belki bunun iki katı zamanı gerektirir. Fakat kendi paylarına hiçbir çaba olmadan insanlar bilgiyi elde edebileceklerini, 'uykuda olsalar bile' onu anlayabileceklerini düşünüyorlar. Bu tür görüşlerin mevcudiyeti, niçin insanlara bilginin gelemeyeceği ile ilgili ek bir açıklama oluşturur. Aynı zamanda, bu yönde herhangi bir şey elde etmek için insanın 'bağımsız' çabalarının da sonuç veremeyeceğini anlamak esastır. Bir insan sadece ona sahip olanların yardımı ile bilgiyi elde edebilir.
Bu en baştan anlaşılmalıdır. İnsan, bilen birinden öğrenmelidir.''








21 Temmuz 2021 Çarşamba

Graal Gizemi: Parsifal'in Sorusu

 İlgili bölüm, Mircea Eliade, İmgeler ve Simgeler (Doğubatı Yay.) kitabından alınmıştır

Graal gizemine sahip olan yaşlı kralı felç eden gizemli hastalık hatırlanacaktır. Zaten tek acı çeken o değildir, çevresindeki her şey bir harabeye dönmüştür, mum gibi erimektedir: saray, kuleler, bahçeler. Hayvanlar artık ürememekte, ağaçlar meyve vermemekte, pınarlar kurumaktadır. Birçok hekim Balıkçı Kralı tedavi etmeye uğraşmış, ama hiçbir sonuç alamamıştır. Şövalyeler gece gündüz demeden gelip gitmekte, hepsi de durmadan kraldan haber sormaktadır. Tek bir şövalye -fakir, tanınmamış, hattâ biraz gülünç- protokolü ve kibarlığı unutma hakkını kendine tanımıştır. Adı Parsifal'dir. Saray protokolünü hiç hesaba katmadan krala yönelmiş ve ona yaklaşırken hiçbir girizgâh yapmadan, ''Graal nerede?'' diye sormuştur. O anda her şey âniden değişmiştir: Kral acı çektiği yatağından kalkmış, nehirler ve çeşmeler yeniden akmaya başlamış, bitkiler yeniden doğmuş, şato mucizevi bir şekilde eski haline dönmüştür. Parsifal'in birkaç sözü Doğa'nın tümünü hayata döndürmeye yetmiştir. Fakat bu birkaç söz esas soruyu oluşturuyordu, yani yalnızca Balıkçı Kralı değil, Kozmos'un durumunu ilgilendirebilecek yegâne problemi: En mükemmel gerçek, kutsal hayatın Merkez'i ve ölümsüzlüğün kaynağı nerede bulunuyordu? Parsifal'den önce hiç kimse bu merkezî soruyu sormayı akıl edememişti ve dünya bu metafizik ve dinsel kayıtsızlık yüzünden, bu hayal gücü eksikliği ve gerçeğin arzulanmaması yüzünden yok olmaktaydı... bu mitteki anlatının da gösterdiği gibi, ölüm çoğu zaman bizim ölümsüzlük karşısındaki kayıtsızlığımızın sonucundan başka bir şey değildir.

29 Nisan 2021 Perşembe

Eski Ahit ve Gnostik hermenötiği : Sodom kıssası

 

Sodom ve Gomora kıssası Eski Ahit'te geçen ve 3 bölüme uzanan pek çok sırlara gebe bir meseldir (parabole). Tüm Semavi/İbrahimî dinleri doğrudan ilgilendiren bu kıssayı yorumlama ve şerh etme şekilleri sayısızdır ve biz kesinlikle kendi getirdiğimiz yorumların kat'i olduğunu iddia etmiyoruz. Kıssanın bu şekilde anlatılması ve yorumlanması Mesihî Gnostiklerin öğretilerinden esinlenmiştir. Bu yazı, kendi geleneğimizde de 'Lut kavmi' olarak bilinen meselenin köklerini ve farklı bir gelenekteki tecellisini incelemeyi amaçlıyor.

Her şeyden önce dini metinlerin çoğunun sembolik hikayeler olduğunu göz önünde bulundurursak, salt sembol ile asıl semoblize edilenin arasındaki ilişkiyi ne kadar güçlü tutarsak metnin iç yüzünü kavramak da bir o kadar tutarlı olacaktır. 'Hermenötik' denilen bu yorumlama metodolojisi, bir kavramdan zâhir-bâtın ilişkisini koruyarak feyiz almayı amaçlar, ve bu metodolojinin eksikliği mefhumu aşırılara kaçırır : ya sadece zâhire takılıp şekilci bir bağnazlık türer ya da, zâhiri kavrıyamadan bâtını içselleştirmeye çalışarak metafiziki bir putperestlik ortaya çıkarabilir. Elbette, Mevlânâ'nın da bir çok kez tekrarladığı gibi : " Anlayana bir işaret yeter."


1. Bölüm

İbrahim (a.s) ve eşi Sare (Sarah) geç yaşlarına kadar kısır bir çifti oluşturuyorlardı. Senelerdir meyil etmelerine rağmen çocuk sahibi olamıyorlardı. Günlerden birinde, kısır çift çadırlarında otururken, İbrahim uzaklardan onlara doğru yaklaşan örtünmüş üç gizemli sima görür. İlham vasıtasıyla bu simaların üç melekten oluşan bir kafilenin olduğunu anlar. Melekler çadırın önüne varınca İbrahim onları içeri davet eder ve eğilip ayaklarını yıkar. (1) En iri ve yağlı danasını kurban edip onlara sunar. (2) Yemekten sonra melekler İbrahim'e hitap ederler ve ona müjdeyi bildirirler : " Bu akşam eşinle buluş, sana bir erkek oğlan nasip olacak." 

Uzaktan bunları duyan Sare, yaşından dolayı bunun imkansız olduğnu düşünerek içinden meleklerle alay etmeye başlar. (3) Tam o sırada bir melek ona doğru döner ve "Bunda alay edilecek ne var?" der. Sare ise rahatsız olup bu suçlamayı reddeder. Melekler bir süre sonra ayrılırlar.Ve nihayet Sare hamile kalır, İshak'ı dünyaya getirir. (4)



İbrahim (a.s) Semavi dinlerin ilk peygamberi olarak, 'tevhid'in en önemli simgelerindendir.Bu kıssada ise Tanrıya olan aşırı yakınlığından dolayı önemli bir sembol teşkil ediyor.Mesihî gnostiklere göre "Tanrı" kavramı realitenin ta kendisidir. İbrahim'in gafletten tamamen uyanıp 'tevhid' mertebesine ulaştığı için, gnostikler onun gerçekliğin ve gerçeğin (El-Hakk) bir adlandırılması olan "Tanrı"yı çıplak bir şekilde, olduğu gibi görebildiğini rivayet ederler.Bu anlayışa göre bilmek (arif olmak), keşf etmek ve gerçekliği (realite) deneyimlemek İnsanın Tanrı ile olan münasebetini teşkil ediyor. (Bilmenin esası, Esasın bilinmesidir.)

Melekler ise bu realitenin algılama derecelerini ve mertebelerini temsil eder.Algılayanın/Temaşa edenin idrak kapasitesine göre farklı hiyerarşilerden melekler ona vasıl olur. (Tasavvuf'ta İbn Arabi'nin ve Şihabeddin Sühreverdî'nin eslerinde bu konuya dair büyük hazineler yatar.) Böylece melekler realitenin ve realiteyi algılayanın - ki o da realitenin bir uzvudur- arasında aracılık yapıp ona, gerektirdiği kadar, belirli arketipleri sunan varlıklardır.

Sare ise dişi figür olarak burada insanın saf aklını ve mentalini simgeler. Gnostikliğe göre insan aklı bir çeşit rahim (matris) veya kap misali yukarıda bahs ettiğimiz realiteye ev sahipliği yapar. Eğer söz konusu kap halis ise ve/veya rahim bakire ise, ona ekilen tohumdan 'İnsan-ı Kâmil' doğar. Burada akla gelen en bariz ve yaygın örnek Meryem oğlu İsa'dır. Böylece dişil olan akıl melekler tarafından ona getirilen, ve eril olan bilinç vasıtasıyla ona ekilecek olan, ilahi kaynalı meni'ye elverişli olmalıdır.


(1) İbrahim (a.s) realiteden ona gelen elçileri hicaplarına rağmen tanır ;

Ayaklarını yıkar : Aşağı dünyada yürüdükleri için ayaklarını yapışmış olan tozu temizler. Su ile arındırarak, onlara aslî ilahi makamlarını geri kazandırır.

(2) En iyi danasını kurban eder : Agah olan ve kemale varmış olan kendine nasip olmuş rızkın en iyisini realiteye geri sunar (ve verdiği elden misliyle geri alır).

(3) Sare içinden alay eder: İnsan mentali realitenin ona sunduğu işaretlerle ve alametlerle dalga geçer. Akıl üstü bir gerçekliğin var olduğunu idrak edemez veya idrak etmek istemez. 'Alay etme' temasına Esk Ahit kitaplarında çok sık rastlarız, örneğin Nuh (a.s)'ın da çocukları onunla dalga geçerler ve ciddiye almazlar. Bu surette, içimizdeki agah olan (bilinç) realiteyi tanır ve ona saygı duyar ama mental onu kavrıyamaz ve aşağılar. (Yine hatırlatalım ki bu bağlamda realite Tanrı'dır.)

(4) Sare İbrahim ile buluşup kendi verimsiz tecridini ortadan kaldırır, bilinç ve akıl birleşir. Realiteye tevazu gösterip teslim olmak, mentali uysallaştırır ve onu kısırlaktan kurtararak bilinç kapısını açar. Burdan itibaren 'arif olma' serüveni başlar.


2. Bölüm

Hikayenin ikinci bölümü aynı meleklerin 'macera'sının devamını ele alıyor, ancak hikayemiz bu sefer Sodom şehrinde geçiyor.

İbrahim'in Lut (Lot) isminde bir yeğeni vardı. (1) Lut, eşi ve iki bakire kızıyla beraber sapkınlığıyla meşhur olan Sodom şehrinde yaşıyordu. İbrahim'in yanından ayrılan melekler ise Tanrı tarafından bu şehre gidip teftiş etmekle görevlendirilmişlerdi, zira şehrin bozuk ahlakının dedikodusu tüm cihanı kuşatmıştı. Sodomlular kadınlar yerine erkekleri tercih ettikleri için hayatı vücuda getiremiyolardı vekaranlık bir verimsizlik çukuruna düşmüşlerdi. (2)

Melekler güneş batarken şehirin kapılarına varırlar ve yol üstünde Lut ile karşılaşırlar. (3) Lut melekleri görünce onları ağırlamak ister ve onları kendi evine davet eder. Melekler bu teklifi kabul eder ve beraber şehir surlarını aşarlar. Şehire girer girmez sakinler meleklere laf atmaya başlar. Bir süre sonra büyük bir kalabalık onları takip etmeye koyulur ve daha eve varmadan önlerini kesmek isterler, Lut tehlikenin farkına varınca adımlarını hızlandırır. Nihayet eve varınca, hızlıca evin kapısın açarak melekleri evin içine atar. Hemen ardından şiddetlice kapıyı çekip kendisini siper olarak önüne diker. Evin önünde toplanmış azgın kalabalık iyice coşmaya ve bağırmaya başlar: "Çıkın dışarı! Sizinle tanışmak istiyoruz!"  Halk meleklerle tanışmak istiyordu ve sapkınlıklarından dolayı bunu 'fiili livata' vasıtasıyla yapmak istiyorlardı. (Sodomi terimi buradan gelir) (4) 

Lut çaresiz kaldığını anladıktan sonra azgın halka bir teklifte bulunur : "Misafirlerime dokunmayın. Benim iki tane bakire kızım var, onları size veririm, onlarla her istediğinizi yaparsınız. Amma misafirlerime dokunmayın!" Kalabalığı böylece sakinleştireceğini sanan Lut, öncesinden çok daha vahşetli bir azgın sürüsüyle karşı karşıya kaldı. "Biz senin kızlarını ne yapalım! Biz o erkekleri istiyoruz!" diye bağırarak Lut'un üstüne yürürler ve kapıyı kırmaya çalışırlar.

İşler haddini aştığından, o sırada evde bekleyen melekler ellerini havaya kaldırır : Lut ve ailesi haricinde tüm Sodomlular kör olur. (5)



(1) Lut İbrahim'in yeğeni olarak onun 'mânevi' mirasının temsilcisidir. İbrahim kadar Tanrı ile ünsiyeti olmasa bile, en azından realite ile bir samimiyeti vardır ve seyr-u süluğa dahildir.

(2) Yani verimsizliklerinden dolayı ve rahimleri reddetmelerinden dolayı realiteyi kat'iyen algılıyamıyorlardı ( Tanrı'yı tanımıyorlardı).Bozuk ahlakları sebebiyle de fiziksel olarak amel gösterseler de (eşcinsellik), herhangi bir meyve elde edemiyorlardı. Sodomlular dişil olan eşleri ile yani 'hayat'a ev sahipliği yapan rahim' ile buluşmak yerine erkekleri, yani ‘ölü meniyi, dışkıyı' kabul eden uzuvla buluşuyorlardı. Mentallerinin kirli ve lekeli bölümünü hatalarını icra etmek için kullanıyorlardı. Böylece bir Sodomlu hata ve vehim içinde boğulanı temsil eder, Yeni Ahit'te ise bu mevki kendi dışkısında yuvarlanan hınzır ile sembolize edilir.

(3) Güneş batarken : yani mentalin ve bilincin ışığının söndüğü vakit.

(4) Sodomlular her halükarda melekler ile buluşmak istiyorlardı, yani içerlinde yine de onları 'realiteyle tanışmaya' iten bir dürtü vardı.

Fakat İbrahim melekleri ayaklarını yıkayarak ve onlara yemek sunarak ağırladı ( teslimiyetini sergiledi); Sodomlular ise onların ırzına geçerek ağırlamak istiyorlardı. Tanrı tarafından onlara yollanan mâna elçilerine teslim olmayıp, gerçeğin tecellisinin üstüne binmek istiyorlardı. Vehimleri yüzünden gerçeğe hükm etme hırsı onları perişan bir hale sokmuştu.

(5) Vehim ve gaflet sahipleri zorla gerçeğe hükmetme çabalarının neticesinde her şeye kör olurlar. Bir noktadan sonra, ne aydınlığı ne de karanlığı göremez olurlar.


3. Bölüm



Herkesi kör ettikten sonra melekler Lut'a döner ve ona kısa zamanda ailesini alıp şehri terk etmeleri gerektiğini, Tanrı'nın Sodom'u yerlebir edeceğini bildiriler. Ancak önemli bir konuya dikkat çekerler: Kimse sakın arakasına bakmasın veya geri adım atmasın. Lut ailesini yanına alıp şehri terk etmeye koyulur. O sırada şehre gökten kükürt ve ateş topları yağmaya başlar. Ne olup ne bittiğini görmek için, Lut'un eşi dayanamayıp arkasına baktığı gibi tuzdan bir heykele dönüşür. (1)Lut eşini geride bırakmak zorunda kaldığının farkına varınca, bakire kızlarıyla yoluna devam eder. Böylece Sodom'un bozuk ahlakına bulaşmış olan her şeyi arkada bırakmış olur.

Başka şehirleri gezerler ancak Lut artık halk arasında yaşıyamaz hale gelir. Kızlarıyla birlikte bir dağa çıkıp halvete çekilmek onun için tek refah yolu olarak gözükür. (2)

Dağda bir süre geçirdikten sonra Lut'un kızları pek müstesna bir karar alırlar; Kendilerini çok yalnız hissettiklerinden dolayı ve bakireliklerinin heba olmasını istemediklerinden dolayı, babalarını güçlü bir şarap ile sarhoş edip onunla ilişkiye girmeyi planlarlar. Böylece, Lut küfelik sarhoş olur ve kızları ile buluşur. İki kızı da hamile kalır ve bir çok nesillere yayılan evlatlar dünyaya getirirler. (3)


(1) Lut'un eşi, tıpkı Sare gibi, mentali ve matrisi temsil ediyor. Ancak bu mental hayatını vehim ve hata şehri olan Sodom'da geçirmişti. Lut'un mentalinin bir bölümü sapkınlık ve vehim maiyetinde yaşamış olduğu için lekeliydi, bu yüzden arkasına baktı ve "dondu" (katılaştı).

Katılaşmış bir mental, ölü bir mentaldir. Hakikata kapalı ve dogmatik bir mentaldir.Bu hususta İbn Arabi'den bir anekdot yâd etmek yerli olacaktır : Şeyh'ül Ekber fakihlerden 'Felan kişinin felan kişiden duyduğuna göre rivayet şudur' tarzı cümleler duyduğunda 'Felan kişi kimdir?' diye sorar. Fakihler ' O öldü!' diye cevap verirler. "Peki öbür felan kişi kimdir?' diye sorduğunda, 'O da öldü.' diye cevap alınca Şeyh'ül Ekber buyrur : "O zaman siz ölü ilminizi ölülerden de ölü alıyorsunuz."

(2) Hata ve vehim dolu yaşantıdan (Sodom) ve bu yüzden ölen mentalinden (eşi) kurtulduğu vakit, Lut'un ulaştığı bilinç seviyesi onu göklere doğru uzanan sembolik bir dağın tepesine iter ya da onu bu tarafa cezb eder. Yanında bakire kızlarının olması artık arınmış mentalinin amiyane halkın ulaşamıyacağı bir mevkide bulunduğunu temsil eder.

(3) Bu adeta Mesnevi'den çıkmışa benziyen bölümün Eski Ahit'teki sembolizmin ne kadar çarpıcı olduğunu ve rumuzlarını çözmeden yorumlamanın ne kadar tehlikeli olduğunu vurgulamamızın gerekli olmadığını düşünüyoruz. Bilinç en üst agahlık mertebesine ulaştığında, amiyane halkın arasından kaçıp 'ikiyi bir ettiği' vakit, tasavvufta da sıkça sözü geçen 'şarab'ı içer veya ona içirilir.O şarabın sarhoşluğu Lut'a arınmış ve bakire mentaline hayat tohumunu ektirir. Bu Lut'un ölüp, uyanmasıdır. (İnsanlar uykudadırlar, öldükleri vakit uyanırlar.)

Amcası İbrahim zaten uyanmıştı. Hiç çekinmeden meleklere teslim oldu.Ancak Lut burada 'sâlik'i temsil ederek, uyanabilmek için belirli inisiyatik vadilerden geçer ve seyr-u süluğunu tamamlaması gerekir. Hataya ve vehme bulaşmış her şeyi geride bırakıp, halis mentali ile bilincin zirvesindeki yalnızlığa sığınarak, nihayet 'hayat'a nail olur.

Sonuç olarak şuna bir kez daha kâni olabiliriz :

Bir şeyi anlatmanın en etkili yolu ne ise, o kullanılmalıdır.

-Hz. Pir

22 Nisan 2021 Perşembe

Bir 'Amaçsızlık' Hâli Olarak: Za-zen

 
MEDİTASYON UYGULAMASI

(İlgili bölüm Alan Watts'ın, Yaşama Oyna (Okyanus Yay.) kitabından alınmıştır.)

Meditasyon alıştırması, sıradan şekilde anlaşıldığı gibi gelecekteki bir başarı için sürekli tekrarlardan oluşan bir hazırlanma anlamına gelen bir alıştırma değildir. Hindu ve Budistler tarafından uygulandığı şekliyle Yoga, Dhayan ya da Za-zen'in -gelecekle ilgili olarak- amaçsız bir alıştırma olduğunu söylemek garip ya da mantıkdışı görünebilir, bunun nedeni bu uygulamanın tam anlamıyla şu ana ve buraya yoğunlaşma sanatı olmasıdır. ''Uykulu değilim, ve gideceğim hiçbir yer yok.''

Bizler bütünüyle zaman yanılsamasıyla hipnotize olmuş bir kültürde yaşıyoruz, öyle ki bu kültürde şimdiki zaman nedenselliğin mutlak gücüne sahip bir geçmişle her şeyi içine emen bir gelecek arasındaki ince bir çizgiden başka hiçbir şey olarak hissedilmez. Şimdimiz yoktur. Bilincimiz neredeyse tümüyle anılar ve beklentilerle meşguldür. Şu anki yaşantımızdan başka hiçbir yaşantının ne daha önce ne de şimdi varolmadığını ve gelecekte de varolmayacağını farketmeyiz.

Bu yüzden gerçekle temasımız kopmuş durumdadır. Hakkında konuşulan, tanımlanan ve ölçülüp biçilen dünyayı gerçekten varolan dünyayla karıştırırız. O çok yararlı isim ve sayı araçlarıyla, semboller, işaretler, kavramlar ve düşüncelerle büyülenmişizdir. Meditasyon bu nedenle sözel ve sembolik düşünmeyi bir süreliğine askıya almaktır, tıpkı bir konser başlamak üzereyken dinleyicilerin konuşmalarını durdurmaları gibi.

Sadece oturun, gözlerinizi kapatın, ve akıp giden bütün sesleri onları isimlendirmeye ya da tanımaya çalışmadan dinleyin. Müziği dinlediğiniz gibi dinleyin. Eğer sözel düşünmenin azalmayacağını düşünürseniz, onu zorla ya da irade gücüyle durdurmaya çalışmayın. Sadece dilinizi gevşek bırakın, ağzınızın alt kısmında serbestçe yüzsün ve düşüncelerinizi sanki dışarıda şarkı söyleyen kuşlarmış -ya da kafatasınızın içindeki önemsiz gürültülermiş- gibi dinleyin, ve sonunda bu düşünceler, bulanık ve çamurlu bir su birikintisinin kendi başına bırakıldığında sakinleşip temizlenmesi gibi kendilerini yatıştıracaklardır.

Ayrıca, nefesinizin de farkında olun ve ciğerlerinizin kendilerine en rahat gelen ritmle hareketine izin verin. Ve bir süre için sadece nefesinizi dinleyip hissederek oturun. Ancak, eğer mümkünse, onu böyle adlandırmayın. Sadece sözel olmayan oluşu deneyimleyin. Bunun 'ruhsal' bir meditasyon olmadığını sadece 'fiziksel' dünyaya odaklanmak olduğunu söyleyerek itiraz edebilirsiniz, ancak şu anlaşılmalıdır ki 'ruhsal' ve 'fiziksel' sadece düşünceler, felsefi kavramlardır, ve şimdi farkına vardığınız bu dünya bir düşünce değildir. Üstelik, onun farkında olan bir 'siz' de yoktur. O da sadece bir düşüncedir. Kendinizi dinlerken duyabilir misiniz?

Ve sonra bırakın nefesiniz yavaş ve kolay bir biçimde aşağılara doğru inmeye başlasın. Göğsünüzü zorlamayın ya da germeyin, ancak nefesinizin tıpkı kendinizi rahat bir yatağa bırakırkenki gibi dışarı çıkmasına izin verin. Sadece bırakın yayılsın, yayılsın, yayılsın. En ufak bir gerginlik oluşur oluşmaz, sadece bir refleks gibi geri gitsin; onu içeri çekmeyin. Saati unutun. Saymayı unutun. Zevkini hissettiniz sürece bu durumu sürdürün.

Nefesi bu şekilde kullandıkça, nasıl hiçbir güç harcamadan enerji üretildiğini keşfedersiniz. Düşünen zihni ve onun zorlama gevezeliğini dinginleştirmek için kurnazca kullanılan yöntemlerden biri Mantra'dır -bir sözcüğün anlamından çok, sesi nedeniyle şarkı biçiminde söylenmesi. Bu yüzden, tek bir tonun eşliğinde size en uygun gelen perdeden uzun, kolay bir nefes-verişle 'kapılıp sürüklenin'. Hindu ve Budistler, bu uygulama için OM, AH, HUM ya da HANG gibi heceleri kullanır. Hristiyanlar AMEN ya da HALLELUYA, Müslümanlar ALLAH, ve Yahudiler ADONAİ gibi sözcükleri tercih edebilir. Bu, gerçekten hiçbir fark yaratmaz, çünkü önemli olan basitçe ve yalnızca sestir. Zen Budistleri gibi, sadece Muu hecesini kullanabilirsiniz. Kazın bunu, ve bırakın bilinciniz bir gerginlik hissi kalmayana dek sesin derinlerine doğru ağır ağır insin.

Her şeyin ötesinde, bir sonuç, müthiş bir bilinç değişimi ya da Satoriye (aydınlanma) ulaşmayı beklemeyin: Meditasyon uygulamasının tüm özü, varolan üzerine yoğunlaşmaktır -olması gereken ya da olabilecek olan üzerinde değil. Asıl önemli nokta, zihni boş ve durgun yapmamak (yapmaya çalışmamak), ya da tek bir ışık noktacığı gibi, bir tek şeye hararetli bir şekilde odaklaştırmamaktır -oysa hararetli olmadığında bu odaklaşma da hoş olabilir.

Peki bu durum ne kadar sürmeli? Bana göre, belki biraz gelenek dışı ama, bu durumun bir zorlama hissi olmadığı sürece sürdürülmesidir -ve bu rahatlıkla bir oturuşta 30 ya da 40 dakikaya kadar uzatılabilir, bu süreden sonra sıradan dikkat dağınıklığı ve hareketsiz duramama durumuna geri dönmek isteyeceksiniz.

Mediyasyon için oturduğunuzda, belkemiği dik ve gergin tutacak şekilde zeminde sağlam bir minder kullanmanız en iyisidir, böylece elleriniz kucağınızda -avuçiçleri yukarı dönük- rahatça birbirlerinin üzerine durabilir, ve bir Buda resmindeki gibi tam ya da yarım 'lotus' duruşunda oturabilir, ya da topuklarınız üzerinde diz çökebilirsiniz. 'Lotus' bir ya da iki ayağı tabanı yukarı gelecek şekilde karşı taraftaki uyluk üzerine yerleştirmek demektir. Bu duruşlar biraz rahatsız edici olabilir, ancak tam da bu yüzden sizi uyanık tutma avantajına sahiptir!

Meditasyon sırasında şaşırtıcı görüntüler, hayranlık uyandırıcı düşünceler ve büyüleyici hayallerle karşılaşabilirsiniz. Bir durugörücü olduğunuzu ya da bedeninizi terkedebildiğinizi ve istencinizle gezinebildiğinizi hissedebilirsiniz. Ancak tüm bunlar dikkat çelici şeylerdir. Onları kendi başlarına bırakın ve sadece ŞU ANDA ne olduğunu izleyin. Meditasyon olağanüstü güçler edinmek için yapılmaz, eğer her şeye gücü yeten ve her şeyi bilen bir varlık olmayı başarsaydınız, sonra ne yapardınız? Artık sizin için hiçbir şey süpriz olmazdı, ve bütün yaşantınız plastik bir kadınla ya da erkekle sevişmeye benzerdi. Bu yüzden size 'müthiş sonuçlar' ve ardılı olmanızdan kaynaklanan diğer yararlar vaat eden Guru'lara karşı uyanık olun. Bütün mesele geleceğin olmadığını ve yaşamın gerçek anlamının sonsuz şimdinin keşfedilmesi olduğunu anlamaktır. DUR, BAK VE DİNLE! Ya da şöyle diyebilir miyiz, ''Açıl, uyumlan ve düş''?

Ellerindeki çiçekleri sunmak için Buda'ya gelen bir adamla ilgili bir öykü vardır. Buda ''Bırak onu!'' der. Adam sol elindeki çiçekleri bırakır. Buda tekrar ''Bırak onu'' der. Adam sağ elindeki çiçekleri de bırakır. Ve Buda şöyle der, ''Ne sağda ne solda olanı, ortadakini (kendini) bırak!''. Ve adam birden aydınlanır.

Bütün yaşayan ve devinen şeylerin yerçekimiyle beraber aktığı ve düştüğü hissine sahip olmak harikulade bir şeydir. Ve de ayrıca dünya, güneşin çevresi boyunca düşmekte, güneş ise diğer yıldızların çevresinde düşmektedir. Enerji, kesinlikle en düşük direnç noktasını izlemektir. Enerji kütledir. Suyun gücü, kendi ağırlığını (düşüşünü) izleyerek akmasındadır. Her şey ağır olana gelir.

22 Mart 2021 Pazartesi

Bir Tao Meseli: ''Dünyayı yönetmek''

İlgili bölüm Zhuangzı Metinleri'den (İş Bankası Yay.) alınmıştır.


Tian Gen*, Yin Dağı'nın güneyindeki bir bölgeye seyahat ediyordu. Liao Nehri'ne ulaştığında isimsiz bir bilgeyle karşılaşmış ve şöyle sormuştu: ''Size dünyanın nasıl yönetileceğini sorabilir miyim?''

İsimsiz bilge şöyle cevap verdi: ''Uzaklaş! Bu kadar aşağılık bir soru sorman çok kötü! Şeyleri var eden ile arkadaş olmak üzereyim. Yorulduğumda, evrenin dışına uçan kolaylık ve boşluk kuşuna bineceğim, hiçlik diyarında dolaşıp sınırsız bir alanda kalacağım. Dünyayı yönetme konusundaki saçmalıklarla neden zihnimi rahatsız ediyorsun?''

Tian Gen, aynı soruyu bir kez daha sordu.

İsimsiz bilge şöyle dedi: ''Zihnin saf doğada dolaşsın, hareketsiz kalsın, olayların doğal seyrini takip etsin ve (sen) kişisel iradeni bir kenara bırak. Bu şekilde dünya yönetilecektir.''


*Hayalî bir karakter