24 Haziran 2020 Çarşamba

Zıtların Etkisinden Azade Olmak: Fakr

*İlgili bölüm Renê Guênon'un İslâm Maneviyatı ve Tao'culuğa Toplu Bakış (İnsan Yay.) kitabından alınmıştır

FAKR

Kendisinde yeterli varoluş nedenine sahip olmayan varlık, mümkün varlık diye tanımlanabilir. Buna göre, böyle bir varlık kendi kendisiyle hiçbir şey değildir; kendisinin hiçbir şeyi de, kendi malı olarak kendine ait değildir. Birey olarak insan tekinin durumu da böyledir. Aynı şekilde, hangi durumda olursa olsun, yaratılmış bütün varlıkların durumu da aynıdır; çünkü Evrensel Varoluşun (Existence universelle) dereceleri arasındaki fark ne olursa olsun, İlke'nin karşısında bu fark her zaman bir hiçtir; öyleyse insanî varlıklar ya da ötekiler her ne iseler, İlke'nin karşısında tam bir bağımlılık içindedirler. ''O'' nun dışında kesinlikle var olan hiçbir şey yoktur.''(1) Bir geleneğin ''manevî fakr'' diye belirttiği husus, işte bu bağımlılığın bilincine varmadan ibarettir. Aynı zamanda bu bilince ulaşmış varlık için, bu fark anî bir sonuç olarak, yaratılmış bütün her şeyin karşısında bir ilgisizliği ve uzaklaşmayı içerir; çünkü o andan itibaren, bütün bu varlıkların bir hiç olduğunu, Mutlak Hakîkat'e göre kesinlikle onların hiçbir önemi olmadığını bilir. Bu uzaklaşma insanoğlunun durumunda tıpkı Bhagavad Gîta'nın gösterdiği gibi her şeyden önce, eylemin çeşitli sonuçları karşısındaki ilgisizliği içerir. Bu ilgisizlik aracılığıyla insan bu eylemin sonuçlarının sonsuz silsilesinden kurtulur: Bu ''isteksiz eylem'' dir (nişkâma Karma). Oysa ''istekli eylem'' (sakâma Karma) sonuçları için yapılmış bir eylemdir.

Demek ki varlık, çokluktan böylece kurtulur; Tao öğretisinin ifadesiyle ''biçimlerin akımı''nın değişkenliklerinden, ''ölüm'' ve ''yaşam'' durumlarından, ''yoğunlaşma'' ve ''çözülme''nin (2) art arda gelmesinden kaçıp kurtulur. ''Kozmik çark''ın (roue cosmique) çemberinden merkezine geçer; merkez, ''yarıçapları birleştirip onlardan bir çark yapan yokluk (vide) yani zuhûr etmemiş varlık (non-manifestê) olarak belirlenir.''(3) Lao Tzu, ''her kim yokluğun en yüksek derecesine ulaşırsa'' diyor, ''sarsılmaz bir biçimde iç diriliğine kavuşmuş demektir.'' Kökenine, (yani aslına, bütün varlıkların hem ilk menşei hem de en son ulaşacağı gaye olan İlke'ye) tekrar dönmek demek, bir iç dirilik hâline girmek demektir.''(4) ''Yokluktaki huzur tanımlanamaz bir hâldir'', diyor Lie-tzu, ''o ne alınır ne verilir; ancak oraya ulaşılıp yerleşilebilir. Bu ''yokluktaki huzur'', İslâm tasavvufundaki ''büyük huzur''dur (es-Sekîne)(6). Aynı zamanda bu, varlığın merkezindeki ''ilâhî huzur''dur; ilâhî İlkeye birleşerek iç içe girmiş olan bu huzur ancak varlığın bizzat merkezinden gerçekleştirilir. ''Yoklukta bulunan kimseye, bütün varlıklar görünü... İlkeye birleşmiş olacağından, O'nun sayesinde, bütün varlıklarla ahenk hâlindedir. Yine İlkeye birleşmiş olacağından, üst seviyedeki genel delillerle her şeyi bilir; bununla birlikte, özellikle ve ayrıntılı olarak bilmek için, çeşitli duyuları artık kullanmaz. Nesnelerin gerçek varoluş nedeni görülmez, yakalanmaz, tanımı yapılamaz ve belirtilemez bir niteliktedir. Ancak mükemmel saflık durumuna ulaşmış ruh, derin tefekkür içinde, ona ulaşabilir.''(7)

Varlığın bütün güçlerinin birleşimi anlamında ''saflık'' terimi ''ilk kadîm durum''a dönüşü anlatır. Burada bilgenin aşkın (müteâl, transcendent) bilgisini, olağan ve ''din dışı'' (profane) bilgiden ayıran fark bütünüyle görülür. Sanskrit dilinde ''bâlya'' denilen bu ''saflık'' hâli başka bir yerde, tabii ki yine manevî anlamda anlaşılması gereken ''çocukluk'' hâlinin aynısıdır. Bu hâl, Hindu öğretiinde mükemmel bilgiyi elde edebilmek için ilk koşul olarak değerlendirilir. Bu da, İncil'de yer alan şu cümleleri anımsatıyor: ''Her kim Tanrı'nın Mülkünü bir çocuk saflığıyla kabul etmezse, oraya asla giremez.''(8) ''Bütün bunları bilginlerden ve akıllı kimselerden sağladığınız hâlde, saf kimselere ve küçük çocuklara açıkladınız.''(9)

''Saflık'' ve ''küçüklük'' sözcükleri burada, İncil'de çoğu kez söz konusu edilen ve genellikle çok yanlış anlaşılan fakr sözcüğünün karşılıklarıdır. ''Ruhen fakirlere ne mutlu! Zira Göklerin Saltanatı onlara aittir.''(10) Bu ''fakirlik'', Arapçadaki el-fakr, İslâm tasavvufuna göre insanı el-fenâ'a, yani ''ben''in yok olmasına götürür.(11) Bu ''yok olma'' ile ''ilâhî makam''a (el-makâmü'l ilâhî) ulaşılır. Bu makam, dış görünüm noktalarına ilişik bütün farkların aşıldığı, bütün karşıtların kaybolduğu ve mükemmel bir denge içinde çözüldüğü merkez noktasıdır. ''İlk kadîm durumda bu karşıtlar yoktu. Bunların hepsi (zuhûra ve yaratılışa bağlı olan) varlıkların değişikliğinden ve evrenin dönüş hareketinin (giration universelle), (yani ''kozmik çark''ın ekseni çevresinde dönüşün) neden olduğu temaslarından türetmiştir. Bunlar, ''belirgin ben''ini ve özel davranışını hemen hemen hiçe indirgemiş kişiyi etkilemeyi birdenbire durduruverir.(12) Sonuçta tek bir noktada kendi kendini emerek kaybolan ''belirgin ben''in hiçe indirgenmesi ''fenâ'' ile ve yukarıda söz konusu edilen ''yokluk''la aynı şeydir. Çark sembolüne göre, bir varlığın ''hareket''i ne denli yokluğa indirgenmişse merkeze o denli yaklaşmış olacağı zaten aşikârdır. ''Bu varlık artık başka biriyle çatışma hâline giremez; çünkü o 'sonsuzluğun' içine yerleşmiş, 'sınırsızlığın' içinde silinmiştir.''(13) Değişimlerin hareket noktasına ulaşmış ve orada durmaktadır. Orası çatışmanın artık söz konusu olmadığı nötr bir noktadır. Mahiyetinin, özünün bir noktada yoğunlaşmasıyla, ruhunun beslenmesiyle, bütün gücünün toplanmasıyla, tüm varoluşun, tekevvünün temel İlkesinde birleşmiştir. Mahiyeti bütünleşmiş olacağından, İlkeye özgü birlik içinde birleşim yoluyla toplanmış olacağından, hiçbir varlık artık ona zarar veremez.''(14)

Yukarıda söz konusu edilen ''saflık'', ilk asla dönüş hareketinin en son ulaşacağı nokta olan ilk kadîm noktanın ''boyutsuz'' birliğine tekabül eder. ''Mutlak olarak saf insan, saflığıyla bütün insanların, bütün varlıkların içinden ok gibi sivrilir çıkar... Öyle ki, uzayın altı yönünde hiçbir şey ona artık karşı gelmez, hiçbir şey ona karşı koyamaz. Ateş ve su ona zarar veremez.''(15) Gerçekten o, altı yönü de ışıldama yoluyla çıkış ve kurtuluş yolu olan merkezde durur. Yönler dönüş hareketi içinde oraya ikişer ikişer gelip nötralize olurlar; öyle ki bu biricik noktada onların üçlü karşıtlığı bütünüyle son bulur. Oradan çıkan ya da orada toplanan hiçbir şey ''değişmez birlik''te mukim olan varlığa ulaşamaz. Kendisi hiçbir şeye karşı koyamayacağı gibi, hiçbir şey de kendisini karşı koyamaz; çünkü karşıtlık, zorunlu olarak aynı anda iki terim gerektiren bir ilgidir. Dahası, İlke'ye özgü birlikle bağdaşamaz. Karşıtlığın zâhirî bir görünümü veya devamı olan düşmanlık, her tür karşıtlığın ötesinde ve dışında bulunan varlığın karşısında varlığını koruyamaz. Şu basit dünyada karşıtların temel örneği olan ateş ve su ona zarar veremez; daha doğrusu, onun için karşıt olarak var sayılmazlar. Zâhiren karşıt ama gerçekte birbirini tamamlayıcı niteliklerin birleşmesiyle aslî/ilkel esîri (êther primordial) değişmezliği içinde dengeleşip nötrleşirler.

İnsanoğlunun yüce ya da ''semâvi'' hâllerle iletişimi sağladığı bu merkezî nokta İncil'deki ''dar kapı'' (porte êtroite) senbolizmiyle de uyuşur. O andan itibaren, oradan geçemeyecek ''zenginler''in ne olduğunu hemencecik anlarız: Bunlar çokluğa bağlı kimselerdir; bu yüzden ayırt edici bilgiden birleştirici bilgiye yükselmeleri olanaksızdır. Zenginliğin yoksulluğa karşıt oluşu gibi, bu bağlılık da yukarıda söz konusu edilen ilgisizliğe doğrudan karşıttır. Zuhûr çevrimlerinin sonsuz serisine varlığı bağımlı kılar.(16) Çokluğa bağlılık bir anlamda İncil'deki, insana ''iyi ve kötüyü Bilme Ağacı''nın meyvelerini, yani olağan nesnelerin farklı ve ikili bilgilerini tattırdıktan sonra, asıl merkezî birlikten onu uzaklaştıran ve onun ''Hayat Ağacı''nın meyvesine yetişmesini engelleyen ''şeytana uyma'' deyimi demektedir. İşte böylece varlık, çevrimsel değişikliklerin sürekliliğine, yani doğum ve ölüme tabi kılınır. Çokluğun sınırsız akışı, ''Dünyanın Ekseni''ni simgeleyen ağacın ve çevresinde dolanıp sarılan yılanın gömleğindeki sarmallarla tasvir edilir: İşte bu yol 'Kur'ân'ın ilk sûresinde söz konusu edilen sözcüğün etimolojik anlamıyla ''yanlış''ın içerisinde, ''dosdoğru yol''un (sırât-ı müstakîm) karşıtında, bizzat eksene göre dikey doğrultuda bulunan ''sapkınlar''ın (ed-dallîn) yoludur.(17)

''Fakirlik'', ''saflık'', ''çocukluk'' hepsi de tek ve aynı şeydir. Bütün bu sözcüklerin ifade ettiği(18) sadelik, yoksunluk ve zühd, gerçekte kişinin bütünlüğü olan bir ''yokluk''a çıkar sonuçta. Aynı şekilde, ''hareketsiz olmak'' (wou-wei) da eylem bütünlüğüdür; çünkü bütün öteki özel eylemler oradan türemektedir. ''İlke her zaman hareketsizdir, ama bununla birlikte her şey O'nun tarafındandır.''(19) İşte böylece merkezî noktaya ulaşan varlık, insan olma hâlinin bütünlüğünü gerçekleştirmiş olur. Bu Taoizm'in ''gerçek insan'ıdır (insân-ı kâmil). Bu noktadan hareket ederek, yüce hallere ulaşmak için olanaklarının tam bütünlüğünü sağlayınca, ilâhî insan (cheun-jen) olacaktır; bu da islâm tasavvufunun ''insan-ı kâmil'idir. Böylece, şunu söyleyebiliriz: İlke'nin karşısında gerçekten ''fakirler'', zuhûrr açısından ''zenginler''dir. Tersi de söylenebilir. İncil'deki şu söz de bunu net olarak açıklamaktadır: ''Sonuncular birinci, birinciler sonuncu olacak.'' Buna göre bir kez daha şu sonuca varabiliriz: Bütün geleneksel öğretilerin tam anlamıyla uyumu tek bir Hakîkatin değişik ifadelerinden başka bir şey değildir.

Dipnotlar:

(1) Arabî, Risâletü'l-Ehadiyye
(2) Aristoteles, buna benzer bir anlamda ''oluş/kevn'' ve bozuluş/fesâd'' diyor
(3) Tao-te King, XI.
(4) Tao-te King, XVI.
(5) Lie-tzu, I.
(6) Haç sembolizmi'nde ''Savaş ve Barış'' bölümüne bakınız.
(7) Lie-tzu, IV.
(8) Luka, XVIII, 17.
(9) Matta, XI, 25; Luka, X, 21.
(10) Matta, V, 2.
(11) Bu ''yokluk'' kelimenin edebî anlamında bile, Hint öğretisinin Nirvâna'sıyla ilgisiz değildir. Fenâ'ın ötesinde, fenâ'ın fenâ'ı (Fenâ'ü'l-fenâ) yani ''yokluğun yokluğu'' vardır ki aynı şekilde Parinirvâna'ya tekabül eder.
(12) Chuang-tzu, XIX.
(13) Bu ili terimden birincisi ''kişilik'', ikincisi ''bireylik''le ilgilidir.
(14) Aynı eser Bu son cümle yine ilk asıl halin şartlarıyla ilgilidir: Bu, Hristiyan ve Yahudi geleneğinin, insanın düşüş'ten önceki ölümsüzlüğü olarak belirlediği husustur; yani ''Evrenin merkezi''ne ulaştığında ''Hayat Ağacı''yla beslenen kimse tarafından yeniden elde edilen ölümsüzlüktür.
(15) Lie-tzu, III.
(16) Bu da Budistlerdeki ''samsara''dır; kişinin Nirvâna'ya ulaşması için kurtulması gerektiği ''Hayat Çarkı''nın bir eksen çevresindeki belirsiz dönüşüdür.
(17) Bu ''doğru yol''; Lao-tzu'nun Te'siyle ya da ''doğruluk''uyla özdeştir ki bu bir varlığın, varoluşunun ''Yol''a (Tao) göre, ya da başka bir ifadeyle, İlke ile uygunluk hâlinde olması için izlemesi gereken yöndür.
(18) Bu, Masonluk sembolizmindeki ''metallerin kabuğunun soyulması''dır.
(19) Tao-te King, XXXVII.

16 Haziran 2020 Salı

Julius Evola, Modern Dünyaya Başkaldırı: Fizik - Metafizik Âlem, Kaybolan İlke


İLKE

Tradisyonel zihniyeti olduğu kadar, onun olumsuzlanması olarak modern uygarlığı da yeterince anlayabilmek için (biri fizik, diğeri metafizik) iki âlemin varlığına ilişkin temel öğretiden yola çıkmak gerekir.

Biri fizik, diğeri metafizik olmak üzere iki kademe vardır. Bir ölümlü âlem vardır, bir de ölümsüzlerin âlemi. Bir yüce varlıklar âlemi vardır, bir de ''yaratılmış''ın aşağı âlemi. Daha genel bir ifadeyle: bir görünen, elle tutulan vardır, bir de, bunun önünde ve sonunda (ezel'de ve ebed'de) görünmeyen, dokunulamayan bir öte âlem (supra monde), bir gerçek yaşam ve ilke vardır.

Doğuda olsun, Batı'da olsun dünyanın tüm tradisyonlarında bu öğreti ya da bilgide ifade edilen gerçeklik, şu ya da bu biçimde, daima, her şeyin onun etrafında hiyerarşik olarak örgenleştiği bir eksen oluşturur.

Bu bir ''kuram'' değil; bir bilgidir. Bugün gerçek olarak kabul edilen, içinde bulunduğumuzdan çok daha engin bir âlemin var oluşu gerçekliğinin --modern dünya her ne kadar bunu kabul etmekte güçlük çekiyorsa da-- kadim insanlarca çok öncelerden bilindiğini kabul etmek gerekir. Bugün temelde, uzaya ve zamana bağımlı nesnelerin ötesinde bir gerçeklik kabul edilmiyor. Ancak, kuşkusuz gözle, görülen elle tutulanın ötesinde bir şeylerin varlığını kabul edenler hala varsa da, gerçekte, bu bir hipotez, bilimsel varsayım, spekülatif düşünce ya da dinsel dogma olmaktan öteye gitmiyor: doğrudan deneyime dayalı olması açısından --''maddeci'' görüşlerinden ne denli farklı ''maneviyatçı'' görüşlere sahip olsa da-- normal modern insanın gerçeklik imgesi nesneler dünyasıyla sınırlıdır.

Modernleri maddeciliğe yönelten gerçek neden bu sınırlılıktır (ya da bu gerçeklik yargısıdır). Diğer tüm felsefi ya da bilimsel yorumlamalar bu yargıya dayalı, ikinci plandaki olgulardır. Birinci plandaki bu yargılama bir görüş ya da kuram değildir: Tüm algılama deneyimleri nesnelerden öteye gitmeyen bir insan tipinin gerçekliğidir. Bu nedenledir ki; ''maddeci'' görüşlere karşı çağdaş entelektüel tepkiler --kuramsal düzeyden apayrı bir düzeydeki derin, köklü nedenlerin bu nihaî sonucu karşısında-- çoğunlukla etkisiz kalmaya mahkumdur. Kadim insanın, izleri bugün bile bazı ''ilkel'' olarak nitelenen toplumlarda görülen deneyimi böyle bir sınırlamadan çok uzaktı.

O zamanlar, ''görünmeyen'' âlem fiziksel algılama konusu olan nesneler kadar ve hatta daha da fazla gerçekti ve bireysel ya da kollektif tüm yaşam biçimlerinde son derece etkindi. Bugün gerçeklik olarak nitelenenin o zamanki kapsamı bugünkünden çok daha genişti, öyle ki görünmeyen ''doğa-üstü'' olarak nitelendirilmiyordu. ''Doğa'' mefhumu sadece --dünyevi, maddeci bilimin üzerinde yoğunlaştığı-- görünür biçimlerin, nesneleri değil, esas olarak, görünmez gerçekliğin bir bölümünü de içeriyordu. Her tür karanlık ve muğlak formların --şeytani doğa ruhunun, onun tüm form ve enerjilerinin esas alt-katmanının (ya da özünün)-- bulunduğu bir aşağı âlem ve, onun karşıtı, daha yüksek --mantık ötesi, göksel bir aydınlığın (bilgeliğin) egemen olduğu-- bir âlem çok güçlü bir biçimde duyumsanıyordu. Ancak, tradisyonel görüşte, doğmak ve ölmek kaderine, faniliğe, aşağı düzeye özgü dünyevi güçlere ve değişime mahkum olan insana özgü her şey de doğanın parçası olarak kabul ediliyordu.

Beşerin, arınarak Yüce'nin rızasını kazanıp, gerçek tradisyonel uygarlıkların özünü ve hedefini oluşturan, beşer-dışı (ya da beşer-üstü) niteliklere ulaşabileceği kabul ediliyorsa da, tanım itibarıyla, gerçek (yüce) ''varoluş'' düzeyi geçici, sonlu (fani) koşullar ve beşeri durumlardan tamamen ayrıdır: ''Beşeri olan ile Tanrısal olan farklıdır.''

(Gerçek) Varlık dünyası ve oluşum dünyası --nesneler, şeytanlar ve beşer Bu ili âleme ilişkin tüm-- yıldızlara değin, mitolojik, tasavvufî ya da dinî-- figürasyonlarda tradisyonel insanın, dışsallığına ilaveten, bir ikinci hali olarak içselliğin ve içsel bir deneyimle ya da içsel bir deneyimin sezgisiyle çözümlenmesi gereken asli (hypostatique) simgenin varlığı ifade edilir. Bu bağlamda, hindu tradisyonunda ve özellikle Budizmde, samsara --aşağı dünyanın bütün formlarına egemen olup dönüştüren bir güç (akım)-- mefhumuyla, kör hırslarına, gafletin dünyasının karşıtı olan bir yaşama işaret edilir. Yine, bu bağlamda, Helenizmde, doğa'nın sonsuzluğadek, sürekli akıp giden bir ''kendi dışında ilke ve edimi olan''dan ebedi yoksunluğu sık sık vurgulanır ve doğa, bir öz'den, asıl'dan sürekli ve köklü bir biçimde ayrılmışlıkla suçlanır.

Bu tradisyonlarda madde ve oluşum'un, bir varlıkta önüne geçilemez bir belirsizlik, bir kök nefis (necessite obscure), bir tekâmüle --Doğuluların dharma dedikleri-- bir yasaya uyabilmekte acizlik oluşturdukları kabul edilir. Ve bağışlanmamış (suçlu) doğa'nın temelini tamahkârlık (cupiditas) ve hırsın (appetitus innatus) oluşturduğunu öne süren skolastik de benzeri fikirlere sahiptir. Dolayısıyla, tradisyon adamı, varlığı ve ağır suçu karanlığa gömen (gözden uzaklaştıran) bu bitmek (ya da doymak) bilmez kendini kanıtlama deneyiminde --aşağı düzeyin sürekli dengesizliği ve sıradan karakteri gibi-- sürekli bir oluşum (ya da değişim) içindeki kozmik-simgesel bir maddeselleşme olarak beliren bu varoluş biçiminin sırrını, şu ya da bu biçimde, keşfetmişti.

Kendine sahip olup bir düzene girerek kendini tamamlamak ve kanıtlamak için arayışlara yönelmeyen, dışa ve çeşitlilik (kesret) âlemine, sürükleyici ihtiyaç ve güdülerin etkisi altına girmeyen bir yaşamın ilkesini kendine egemen kılarak --tek kelimeyle çileciliği (ascese) deneyimleyerek-- tradisyonlard güneş, ışık, ateş, adalar, Uran diyarı, yüce dağlar gibi simge ve figürasyonlarla ifade edilmiş olan, öteki âlemi, artık fizik değil de fizik-ötesi olanı --hiç uyumayan, sürekli faal olan entelektüel doğa'nın-- (gerçek) ''Varlık'' âlemini anlayabilmek imkânına erişilebilir.

''İki âlem'' böyledir. Ve her birinin (kendine özgü) bir doğası vardır, ve birinden diğerine geçilir. Nitekim ''İnsan ölümlü bir Tanrıdır, Tanrı ölümsüz bir insandır.'' denilmiştir.(1)

Tradisyon âlemi varoluşun bu iki kutbunu ve birinden diğerine götüren yolları biliyordu. Dolayısıyla, görünür olduğu kadar görünmez olan, beşeri olduğu kadar beşer-altı ve şeytanî olan tüm formlarıyla, (bu) dünyanın ötesinde bir ''öte-dünya''nın var olduğunu --ve bunlardan birinin ''düşüş'', diğerinin ise (o düşüş olan) birinciden ''kurtuluş'' olduğunu-- biliyordu. Manevîyatı yaşamın olduğu kadar ölümün de ötesinde olan bir şey olarak kavramıştı. Dış dünyanın, ''dünyevî yaşamın'' beşeri bağlardan kurtararak öte âleme, ''üstün yaşam''a yaklaştırıcı, ulaştırıcı bir vasıta oluşturmadıkça bir hiç olduğunu biliyordu. Varoluşun, yukarıdan gelen ve yine yukarıya yönelik olan yüce ilkesine hizmet etmedikçe her otoritenin yanlış olduğunu, her kurumsallığın boş ve geçici olduğunu, her yasanın cebri ve adaletsiz olduğunu biliyordu. Tradisyon âlemi kutsal hükümranlığı yaşamıştı. Yüceltici edimi: inisiyasyonu --ermenin iki yüce yolunu: Kahramanlığı ve Temaşayı-- şefaati: Töreyi ve Sadakati --büyük yol göstericiyi: Tradisyonel Yasayı, Kast'ı-- dünyevi simgeyi: İmparatorluğu biliyordu.

Tradisyonel uygarlığın ve hiyerarşinin bu temelleri modern ''beşerî'' uygarlık tarafından tamamen tahrip edildi.



(1): Heraclite (Diels, 62. parça) Corpus Hermeticum, XII, I.