23 Mart 2020 Pazartesi

José Martí, AKADEMİK




AKADEMİK

Gel şöyle atım, dizgin vurayım sana: çünkü istemezler
İçgüdüsüne uyup hayatın
Bütün doğallığınla savaş alanına doğru dörtnala kalkmanı.
Koşu pistinin ağır aksak adımıyla yürüyüp,
Boyun eğerek o kibirli sırtını eyere sunman
Ve kırbacın dilinden anlaman gerekiyor.
Gel şöyle atım: yüreğin gerçek dediğine yalan der onlar.
İstemezler toprağın yumuşak örtüsünü yırtıp
Damlalarında gökkuşağının renkleriyle dökülen
Duru bir kaynağın coşkun akışı gibi.
Türküler çığıralım içimizden kopan o yakıcı dizelerle.
Üniformalı bilgiçlerin aldatıcı, küçük kalıplarla
Çizdikleri modelleri isterler bizden.
Gel söyle atım, kopar dizginlerini.
Kırların, çiçeklerin kokusunu taşıyan kıvılcımlı nallarınla
Kuru ve iyiliksever bir kütüğün üstüne fırlat
Bilgiçlerin süslü gömleğini.
— Işıltısı kararmış yunan mücevherleriyle
Çürümüş yapraklardan , roma güllerinden işlenmiştir o —
Bakarsın canlanır güneşi görünce yeniden.
Ve yeryüzüne gün ışığıyla açılan şafakta
Yeni dünyaya doğru yiğitçe kalk dörtnala.

*Halkın Dostları, Sayı 13, Nisan 1971



14 Mart 2020 Cumartesi

OSMANLI DEVLETİ KUVVETLERİNİN ESASLARI

*Bu yazı TERCÜME dergisinin 1942 yılında yayınlanmış 14. sayısından alınmıştır.
*Günümüzde değişime uğramış kelimeler ve işaretler aynen aktarılmıştır; metin içi bir düzenleme yapılmamıştır.







Osmanlı devletinin esas kuvvetin, kudretin ve aynı zamanda faaliyetindeki muvaffakiyetin nelere dayandığını araştıracak olursak üç nokta dikkatimizi çekecektir: timar sistemi, esirler müessesesi, devlet reisinin mevkii.
Osmanlıların fethettikleri her memleket doğrudan doğruya kılıç ve sancaklara göre birtakım timarlara bölünürdü. Bundan maksat, bir kere memleket dâhile ve harice karşı iyi bir surette emniyet altına alındıktan sonra eski fâtihleri daima yeni fetihler için hazır bulundurmaktı. 3000 akça gibi mütevazı bir gelire karşılık bir, her 5000 akça mukabilinde de başka bir süvari hazır bulundurmak mecburiyeti olduğunu düşünülecek olursa bu teşkilâtın bütün faydaları açıkça gözükür. Ancak bu sayededir ki imparatorluğun Rumeli kısmı 80000, Anadolu kısmı da 50000 sipahi çıkarabiliyordu. Bu süvarilerin seferber edilmesi için her iki Beylerbeyine bir emir vermekten başka hiçbir şeye lüzum yoktu. Beylerbeyi Sancak Beyine, Sancak Beyi Alay Beyine ve bu da ziamet ve timar eshabına haber verdikten sonra hemen harekete geçilebilirdi. Şimdi bu şekil toprak idaresi sisteminin, Avrupadakinden farklı olarak, ne suretle irsî olmaktan kurtarılabildiği meselesi ortaya çıkmaktadır. Gerçekten bu birliklerin sahipleri asılzade olmadıklarından oğulları da vâris değillerdi. Kanuni Süleymanın koyduğu bir kaideye göre 700000 akça gelirli bir Sancak Beyi henüz rüşte varmamış bir oğul bırakarak ölürse, bu çocuk, ancak bir orman yetiştirip bakmağı taahhüdedinmek şartiyle, 5000 akçalık bir timardan başka hiçbir şey alamazdı. Babaları muharebede öldüğü takdirde daha fazla, evde öldüğü takdirde daha az, fakat daima cüzi bir timarın oğullarına verilmesini tâyin eden kanunlar pek çoktur. Barbaro diyor ki: “Bundan dolayı onlarda ne asılzade, ne de servet vardı; hususi servetleri diğer büyüklere geçen ilerigelenlerin çocukları, alelâde bir hayat sürerlerdi.” Bununla beraber burada da bir vâris mevcuttur: ancak bu, ferdin değil, heyeti umumiyenin, oğul babanın değil, bunlar kendinden evvelki neslin vârisi idi. Vakaa tımarlının oğlu olmıyan bir kimsenin timar elde edemiyeceği kaidesi cari idi. Ancak babadan büyük bir miras kalmayıp herkesin yenibaştan başlaması lâzımdı.
Hulâsa edecek olursak timar sahiplerinde şunları göreceğiz: Bu adamlar ekseriyetle Osmanın ilk arkadaşları zamanından kalma usule göre muharebeye ve kendiliklerinden itaat etmeğe hazırdılar; aralarında cesaret, tâli ve padişahın teveccühünü kazanmış olmaktan başka hiçbir derece nizamı yoktu; padişaha kayıtsız ve şartsız itaat etmek suretiyle imparatorluğun geniş arazisini fethetmişlerdi ve diğer devletlere de aynı surette saldırmağa ve mümkün olursa yeni fethedilecek arazileri aralarında taksim etmeğe âmade idiler.
Padişah ile tımarlılar arasındaki bu münasebet, eğer aldanmıyorsam, garpta olduğu gibi maiyetle Condottieri arasındaki serbest itaat esasına dayanmaktan ziyade Mameliklerin emirlerin karşı olan kayıtsız ve şartsız itaat esasına dayanmakta ve bunun tabii gelişme neticesi olarak aldığı şekli göstermektedir. Bundan başka daha ziyade nev’i şahsına münhasır olan bir müessesede devşirme çocukların savaşçı veya devlet adamı olarak terbiye edilmeleridir ki böyle bir müessesenin daha evvel veya daha sonra hiçbir yerde mevcut olup olmadığını bilmiyorum.
Her beş senede bir olmak üzere memlekette hıristiyan çocukları devşirilirdi. Her biri hususi bir fermanla teçhiz edilmiş birer yüzbaşının kumandasında küçük asker grupları memleket içinde dolaşırlardı. Bunların vardıkları yerlerde Protegeros, ahalisini yanlarında oğulları olduğu halde bir yere toplardı. Yüzbaşı, güzel ve kuvvetli, yahut her hangi bir kabiliyetle kendini gösteren çocuklardan yedi yaşından bülûğ yaşına kadar olanlarını alıp götürmek hakkına malikti. Âdeta tebaanın öşrü imiş gibi bu çocukları padişahın sarayına getirirdi. Seferlerden dönüşte hükümdarın kanuni ganimet hissesi olarak başka çocuklar da buraya getirilirdi. Padişaha hediye olarak genç esirler getirmeksizin hiçbir paşa seferden dönmezdi. Böylece imparatorluğun her tarafından getirilen insanlardan başka Lehler, Bohemyalılar, Ruslar, İtalyanlar ve Almanlar sarayda toplanırlardı. Bunlar iki grupa ayrılırdı. Bir kısmı, hususiyle eski zamanlarda, Anadoluya gönderilir, burada köylüye yardım etmeğe ve müslümanlaşmağa mecbur tutulurdu, yahut yine bunlar sarayda alıkonarak odun ve su taşıtılır, bahçelerde, mavnalarda ve inşaatta hizmet gördürülür ve daima kendilerini sopa ile işe mecbur eden bir nezaretçi idaresinde bulunurlardı. Daha asîl yaradışta oldukları keşfedilen –bazı Almanlar bu kadar isabetli bir seçimin ancak şeytanın yardımiyle yapılabildiği kanaatinde idiler- diğerleri ise Edirne, Galata, İstanbul’da eski veya yeni saraylardan birine getirilirdi. Burada hafif keten veya Selânik bezinden elbise giydirilirdi. Sekiz akça aylıkla tutulan öğretmenler her sabah gelerek akşama kadar bu çocuklara okumak ve yazmak öğretirlerdi.
Muayyen senelerde bunların hepsi sünnet edilirdi. Ağır iş görenler zamanla Yeniçeri olurlardı. Sarayda terbiye edilenler ise ya yüksek devlet memuru, yahut sipahi olurlardı; fakat bu sonuncular, timar sahibi olmayıp ücretli sipahilerdi.
Her ikisi de sıkı bir terbiyeye tabi tutulurdu. Saranzo’nun Relation’u bu hususta şöyle anlatıyor: “Hususiyle birinciler, yani Yeniçeri olacakları, gündüzleri yiyecek, içecek ve giyecek noksanı içinde ok atma talimleri yaparlar, geceleri uzun, aydınlatılmış bir salonda daima bir aşağı, bir yukarı dolaşan nezaretçinin önünde hiçbir yerinden kıpırdayamazdı. Sonradan bunlar Yeniçeri arasına alınınca manastırlara benzer kışlalara gelirler, askerî rütbeleri kazan ve çorbaya göre adlandırılcak kadar müşterek bir hayat sürülen bu odalarda itaat etmeğe devam ederlerdi. Yalnız gençler yaşlılara değil, fakat hepsi sert kanunlara itaat etmek zorunda idiler, öyle ki hiç kimse geceyi dışarıda geçiremez, cezaya çarptırılanların hepsi bu cezayı infaz edenin elini öperlerdi.”
Saraylardaki gençlere gelince bunlar da daha az sıkı olmamak üzere her bir harem ağasının nezareti altında onar onar toplanarak birincilerinkine benzer, fakat yalnız ilmî ve biraz şövalyece talimler yaparlardı. Padişah her üç senede bir bunların dışarı çıkmalarına müsaade ederdi. İçerde kalmayı tercih edenler yaşlarına göre, doğrudan doğruya padişahın hizmetinde, bir daireden diğerine geçmek suretiyle, yükselirler ve daima daha fazla maaş alarak en iç dairenin dört büyük memurluğundan birine vâsıl olurlardı; buradan da Beylerbeyi, Kapudanı Derya ve Vezir mansıplarını almak için yol açıktı. Padişahın müsaadesinden istifade ederek çıkanların her biri, o zamana kadarki rütbesine göre Babıâlide hizmet gören ücretli sipahilerin ilk dört kıtasına girerdi ve padişah bu kıtalara diğer muhafızlarından daha fazla güvenirdi. Süslü, yeni elbiseleri içinde hükümdarın hediye ettiği altın keselerini sallıyarak, bunların büyük kapıdan neşe ile aheste aheste çıktıkları görülürdü.
Bir Alman filozofu bir vakitler şöyle bir terbiye sistemi teklifini ortaya atmıştı: Çocuklar ana babalarından tamamen ayrılacaklar, kendilerine mahsus kurulmuş toplu bir hayatta öyle terbiye görecekler ki eskisinin yerine yeni bir irade teşekkül etsin. İşte yukarda gördüğümüz müessesede öyle bir terbiye sistemi mevcuttur. Çocuklar ana ve babadan tamamen ayrılmış, sıkı ve sert bir müşterek yaşayışa girmişlerdir; aynı zamanda yeni bir hayat prensipi tatbik edilmektedir. Burada terbiye edilenler çocukluk günlerini, ana babalarını ve memleketlerini unuturlar, saraydan başka bir vatan tanımazlar, padişahtan başka âmir ve baba bilmezler, onun emirlerinden başkasını görmezler, onun teveccühünü kazanmaktan başka bir ümit beslemezlerdi; sert bir talim ve kayıtsız şartsız itaatten başka bir hayat, hükümdarın emrinde harb etmekten başka bir hizmet, dünyada ganimet ele geçirmekten ve ahirette islâmlık için harb etmek suretiyle kendilerine cenneti hazırlamaktan başka bir amaç tanımazlardı. Filozofun bir teklif olarak ortaya attığı bu fikir, ondan yüzyıllarca evvel bu müessesede bir esir ve aynı zamanda bir harb teşkilâtı olarak tatbikat sahasına konmuştur.
Bu müessese, kendisinden beklenen hizmeti tamamiyle görüyordu. Raporları, Süleyman’ın sarayından yazılanların en meşhur ve kıymetlilerinden olan Avusturya elçisi Busbek, ayni insanları bazan bir rahip, bazan bir heykel haline getiren bu sert terbiyeden, başlarındaki tuğ müstesna olmak üzere gayet mütevazı kıyafetlerinden, çok sade hatalarından, en basit yemeklerde ancak açlığın şiddetiyle büyük bir lezzet duyduklarından hayranlıkla bahsetmekten kendini alamıyor.
Tabi oldukları nizam sayesinde, bir hıristiyan memleketindeki bir misafirhaneden, mutfaktan veyahut bir manastır mektebinden kaçan bu çocukların ne suretle cesur ve şerefli erkekler olduklarını hayret etmeden görmek mümkün değildir. Ancak bunlar ana baba evinin rahatlığı içinde yetişmiş kimseleri aralarına almağa tahammül edemezlerdi. İnkâr edilemez ki devleti en önemli meydan muharebelerinde yalnız başına bunlar korumuşlardır. Osmanlı büyüklüğünün bir temeli olan Varna meydan muharebesi bu Yeniçeriler olmasa muhakkak ki kaybedilecekti. Kos[a]va meydan muharebesinde Rumeli ve Anadolu orduları, Johann Hunyades’in tâbiriyle, zalim Yanco’nun önünden kaçmağa başlamışlarken yine bunlar zaferi kazandılar. Yeniçeriler, hiçbir zaman bir muharebeden kaçmamış olduklarını söyliyerek iftihar ederlerdi. Uzun seneler bunlara karşı muharebe etmiş olan Almanların kumandanı Lazarus Schwendi de bunu teyidetmektedir. Bütüm harb raporlarında Yeniçeriler, Osmanlı harb tarzının özü ve çekirdeği olarak anılırlar. Daima dikkate şayan olacak bir nokta da şudur ki şarkta bu yenilmez piyade ordusunun teşekkül etmesiyle (1367’den beri) garpta İsviçrelilerden müteşekkil yine piyade ve aynı derecede yenilmez bir muharebe unsurunun meydana gelmesi aynı zamana rastlamaktadır; yalnız aralarındaki fark, birincisinin esirlerden, ikincisinin en hür dağlı insanlardan mürekkep olmasıdır.
 Aynı terbiye usulü Yeniçerilerdeki kadar sipahilerde ve yüksek memurluklara yükselen saray hizmetkârlarında da müspet netice vermiştir. Buna içten karşı koymak ve fırsat bulunduğu takdirde hıristiyanlığa dönmek için bir İskender Beyin ruhuna malik olmak lâzımdı. Ana babasına ve çocukken çıkarıldığı memleketine sonradan dönen bir devşirme çocuğu için ikinci bir misal sanmam ki bulunabilsin. Gerçekten bu, nasıl mümkün olabilirdi? Burada iddiaları cesaretine veya kabiliyetine karşı çıkabilecek bir zadegânlık bahis mevzuu değildi; daha ziyade devletin en büyük mansıpları, hattâ bizzat bütün sancaklıklar bunlara mahsustu: Yeniçeri Ağası bunların arasından seçilirdi; yalnız bütün hükümet değil, aynı zamanda tekmil ordu kumandanlıkları onların elinde idi; her biri önünde geniş bir saha, zengin bir faaliyet zemini, bir hayat görüyor ve bu yüzden esir olduğunu unutabiliyordu. Macera ve yüksek mevkiler peşinde olan hıristiyanlar için bu müesseseye girebilmek aksine olarak daha ziyade cazibeli bir şeydi. Birçokları bu esirler arasında talihlerini bulmak maksadiyle gönüllü olarak yurtlarından ayrılıyorlardı. Fakat onlar kendi aralarında tamamiyle kapalı yaşarlar, hattâ kendi aralarından çıkmış olan bir Veziri Âzamın oğlunu bile doğuş itibariyle yabancı sayarak onun bir Sancak Beyi olmasına tahammül etmezlerdi. Oğulları, ücretli veya memleketi aralarında taksim etmiş tımarlı sipahilerin beşinci ve altıncı kıtalarından girerler ve bu suretle bunları daima yeniden gençleştirirlerdi.
İşte bu esirler müessesenin içyüzü budur. Barbaro diyor ki: “Ne kadar dikkate şayandır ki servet, idare, kuvvet, kısaca Osmanlı Devletinin yekûnu, hıristiyan olarak doğmuş, sonra esir edilmiş ve müslüman olarak terbiye edilmiş insanlara dayanmaktadır ve bu insanlara tevdi edilmiştir”. Türklerin tabiatı ve hükümet şekli bu müesseseye bağlı idi.
Faal kuvvetler olmak itibariyle devletin hakikî kuvvetlerini teşkil eden bu unsurların, tımarlılardan ve büyük kısmı piyade ve atlı ordunun çekirdeğini, küçük kısmını da idare ve kumandayı elinde bulunduran iki esirler camiasından teşekkül ettiği ettiği açıkça görünmektedir; yine açıktır ki her ikisi için de devletin harbe ihtiyacı vardır; çünkü esirlerin çoğalmasiyle daima artan tımarlı sayısı yeni yeni timarlar temin etmek zaruretini doğurduğu gibi Yeniçeri ve ücretli sipahilerin öğrendiklerini daima tekrarlamaları ve unutmamaları, sarayda hareketsiz oturup soysuzlaşmamaları lâzımdır.
Bu harb devletinin hayatı ancak harplerde kendini göstermektedir. Kıtalarına ve sancaklarına katılmış timarlılar harekete geçiyorlar; silâh olarak yanlarında yay ve kuburluk, demir gürz ve hançer, kılıç ve mızrak taşımaktadırlar; muhtelif silâhları tam zamanında en mahirane bir tarzda kullanmasını bilirler; takibetmek veya çekilmek için, bazan pusuda beklemek ve bazan bir memleketi baştan başa kat’etmek için hususi techizata maliktirler. Çoğu Suriye’den temin edilip bir çocuk gibi okşanarak ve büyük bir ihtimamla terbiye edilmiş olan atları da büyük bir rol oynar. Her ne kadar işten anlıyanlar bu atların üzengiye biraz fazla hassas olduklarını ve çabuk ürktüklerini, koşarken hemen durmayı beceremediklerini söyliyorlarsa da bu hal, daha ziyade kısa dizgin ve kısa üzengi kullanan süvarilerin kabahati olsa gerektir. Başka hususlarda hayvanlar çok itaatli, gerek dağlarda ve taşlık arazide, gerek ovalarda aynı derecede iş görür, yorulmak bilmez ve daima ateşli idiler. En iyi biniciler memleketin bazı mıntakalarından gelirlerdi. Bunlar hayrete şayan bir tarzda ellerindeki demir gürzü önce fırlatırlar ve daha düşmeden yetişerek kaparlardı. Hayvan dörtnalda iken biraz eğilmek suretiyle arkaya doğru ve çok isabetli ok atmasını bilirlerdi. Ücretli sipahiler ve Yeniçerilerden teşekkül eden başka kuvvetler bunlara katılırdı. Birinciler, hepsi kılıçtan başka uçlarında küçük ve biribirinden ayırmaya bayraklar takılı mızraklar ve bazıları da ilâve olarak okla silahlandırılmıştılar. Pek azlarında zırh ve miğfer bulunurdu; bunlar ihtiyacı karşılamaktan ziyade ancak süs olarak kullanılırdı. Yuvarlak kalkan ve kavuklariyle yeter derecede siperde oldukları kanaati taşınırdı. Yeniçerilerin elbiseleri bol ve uzundu; kılıç ve tüfek ile mücehhezdiler; bellerinde hançer ve nacak vardı; çok sık yürürler ve tuğlariyle âdeta bir ormanı andırırlardı.
Fakat bu insan topluluğunun esas konakları, ordugâhtı. Aralarında katiyen kavga ve küfür olmayacak, sarhoşluk ve oyun görülmeyecek derecede mükemmel bir intizam hüküm sürdüğü gibi göz ve burnu tâciz edebilecek hiçbir manzaraya da şahit olunmazdı. Ordugâhtaki bu tantanaya nispetle evlerde daha dar ve fena şartlar altında yaşandığı da belli oluyordu. Eşyalarını taşımak için her on Yeniçeriye bir at tahsis edilmişti. Yirmi beş kişiye bir çadır düşüyordu. Burada kışlalarındaki intizam ayniyle muhafaza edilir ve gençler daha yaşlıların hizmetini görürlerdi. Sipahilerden ise her biri sırf kendine mahsus bir çadır kurabilecek vasıflara malik bulunuyordu. İpekli üniformalariyle, sol ellerinde renk renk, suni olarak işlenmiş miğferleriyle, sağ ellerinde zengin kakmalı kılıçlariyle ve türlü türlü tüylerle süslenmiş kavuklariyle bunlar at üstünde ne kadar güzel ve muhteşem bir manzara arz ederlerdi; fakat kumandanlar bunlardan çok daha parlak görünmekte idiler. Atlarının kulakları etrafında kıymetli taşlar vardı; eğer ve takım yine kıymetli taşlarla işlenmişti, yularlardan altın zincirler sarkardı. Çadırları Türk ve Fars işlemeleriyle pırıl pırıl parlardı; harb ganimetleri bunların içine konurdu. Hadım ağalar ve esirler bol sayıda mevcuttu.
Bütün mevcudiyetin böyle savaşçı istikameti, din ve âdetlere de tamamiyle uygundu. İslâmlığın silâha ne kadar rağbet gösterdiğine, islâm dininin telkin ettiği kaçınılması imkânsız kadere inanmanın muharebede cesareti ne kadar arttırdığını daha evvel birçokları işaret etmiş bulunmaktadır. Bunların üstünde olarak XVI. Yüzyılda, ordugâhta birçok hastalıklar meydana getirebilecek pisliğin ortadan kalkması için konulmuş bazı kaideler, hattâ içki yasağı medhe şayan ve iyi düşünülmüş şeyler olarak görülüyordu. Çünkü her şeyden evvel içkiyi tedarik etmek ve birlikte taşımak için çok büyük zahmetlere ihtiyaç vardı: bu iş yapılsa bile içkinin batı ordularında ne kadar intizamsızlıklara sebebolduğu meydandadır! Hattâ Türklerin günlük âdi ihtiyaçlarının ordugâh ihtiyaçlarına irca edilebileceğine inananlar vardı. Morosini şöyle diyor: “Türkler bası halı üzerine otururlar, yerde yemek yerler ve yemek yedikleri yerde yatarlar, ta ki ordugâh ve çadırın icabettirdiği şeyler hiçbir vakit kendilerine yabancı gelmesin.” Muhakkak ki Osmanlılar da kendilerini esas itibariyle savaşçı kimseler olarak görürlerdi. İstanbul’da çıkarılan emirlerde hıristiyanlardan tefrik edilmek için bunlara ahali ve onlara askerî denilmektedir.
Şimdi bunları topluca ifade edelim: Bu adamların hepsi esirdir ve bunlardan çoğu, kayıtsız şartsız itaat etmeye alıştırılmış olan en kibirlarıdır. Hürriyete, aile malikânesine, adalet icra etmek hakkına ve taraftarlara sahip hiç kimse yoktur. Her faaliyet padişahın işaretine bağlıdır, padişahtan ya büyük mükâfatlar yahut azil ve ölüm beklenir. Devlet, umumiyet itibariyle tamamiyle askerî bir bünyeye maliktir ve mesleği harbtir. Şimdi açık olarak görülmektedir ki padişah, bu kadar nev’i şahsına mahsus bir vücudun hakiki ruhudur. Her hareketin menşeidir ve en mühimmi de, eğer hükümdarlık etmek isterse, ister istemez, savaşçı bir zihniyette olmak zorundadır. İkinci Bayazıt buna ihtiyarlığında şahit olmuştur. Artık sefere çıkamayınca üst üste kargaşalıklar çıkmaya başlamış ve sonunda muhariplik ruhu taşıyan oğluna yerini bırakmak zorunda kalmıştır. Buna karşılık Süleyman, harb etmek maksadına yönetilmiş esaslar üzerine kurulmuş bu devletin tam mânasiyle bir hükümdarı olabilecek vasıfları taşıyordu. Uzun boyu, yüzünün hatlarındaki erkeklik alâmetleri, geniş bir alın altında büyük siyah gözleriyle tamamen cenkçi bir intiba uyandırmakta idi. Böylece Süleyman, bir hükümdarı korkunç kılan bütün canlılığa, cömertliğe ve adalete sahip bulunuyordu. Hiçbir vakit de, fütühat seferlerinden alıkonmak niyetini beslememiştir. Her ne kadar onun hakikî niyetleri belki hiçbir zaman keşfedilmeyecekse de yazdırdığı kanun kitabı, Multaka’da kâfirlere karşı harb etmeyi umumi bir vazife olarak önemle tebarüz ettirmektedir: Dinsizleri islâm olmaya veyahut baş vergisi vermeye davet etmelidir; eğer bunlar her ikisinden de kaçınmak arzusunu gösterirlerse okla ve bütün muharebe vasıtalariyle, ateşle takibedilmeli, kökleri kurutulup devletleri mahvedilmelidir. Mukaddes cihat borusu diye tanıdığımız bu pek taassup gösteren kitapta müslümanları bir din harbine sürüklemek için hiçbir vasıta ihmal edilmiş değildir; bütün dünyaya Muhammed’in dinini kabul ettirmek için ölünceye kadar atın yelesinden tutmayı, mızrakların gölgesi altında yaşamayı emretmektedir. Bu kitap hükümdarlığının son zamanlarında belki de saray gençliğinin doğrudan doğruya istifadesine arz edilmek için Türkçeye tercüme edilmiştir.