19 Ocak 2020 Pazar

Ian Dallas, Gariplerin Kitabı: Memurun Güncesinden Bir Kısım

*Ian Dallas, Gariplerin Kitabı, Mavi Yayıncılık, 1998, İstanbul, 3. Baskı, Mütercim: İsmet Özel

(...) Her ne kadar kendimdeki değişikliği en son fark edebilecek durumda olsam da yeni eğitimimin ilk aşamasının sonlarına eriştiğimi sanıyordum. Eğitim süresi her geçen gün daha zorlaşacağa benziyordu. Osman bile kendisiyle birlikte bulunulması katlanılmaz biri haline gelmişti. Bunun bir nedeni onun da aynı başkalaşım içinden geçmekte oluşudur. Ne zaman kendi başıma kalmak istesem yanımda fukaradan birini mutlaka bulurdum. Usulca sıvışmak istesem amacımın ne olduğu sorulur, biraz yürümek istesem bana eşlik edecek bir fakir ayarlanır hemen. Hangi özrü ileri sürsem yalnız kalabilemem. Yalnızlık sağlama çabalarımı yoğunlaştırdım ama güçlükle elde edebildiğim bu kısa yalnızlık sürelerini kendimi hazırladığım hiçbir ruhi etkinlik gösteremeden geçirdim. Çünkü bu zamanlarda kafam bir yandan başkalarının bunaltıcı sorunlarından uzaklaşmış olduğum gerçeğiyle uğraşır, bir yandan da yalnız kalmayı başarabilmiş olmanın tadını çıkarırdım. Düşüncelere dalmak istiyordum, ama kıvır kıvır konuşmalarla düşüncelerim hep kesintiye uğrarken nasıl yapabilirdim bunu? Zikr etmek istiyordum ama her an dumanı tüten nane çaylarının bardak şangırtıları ve sohbetlerle zihnimin yoğunluğu paramparça edilirken nasıl olur da iç dünyamda uzun yolculuklara çıkabilirdim?

Zaviyede bulunan öteki insanları eleştirel gözle incelemeye başlamıştım. Yalnızlık ve düşünce yoğunluğu istiyordum. Ötekileri, boş konuşmalar ve bol sofralardan başka bir şey istemeyen insanlardır diyerek mahkum etmiştim. Çevremde büyük bir ruh hükümdarının sarayına yaraşmayan dar ufuklu insanlar dolaşıyordu ve ben ruhça zengin bir adamdım. Bu düşünceler içinde, kendimi zaviye hayatının toplu namaz ve toplu yemek biçiminde sürüp giden günlük akışı arasında büyük emeklerle yalnız kalma zamanları koparabilmiş bir kimse olarak görüyordum.

Kendimi üstünlükle donatılmış sayarak kazanmayı göze aldığım bu sessiz savaşın ortasında ihtiyar ve ince ruhlu Nahb'lı çıkageldi. Beni selamladıktan sonra kocaman gülümseyişiyle yanıma oturdu.

"Ne dersin, zor olmuyor mu?"diye sordu.

"Hayır," diyerek lafı ağzına tıkadım.

"Ya!" dedi, böyle bir zorluğu aklına getirmekle hata ettiğini belli edercesine.

Aramızdaki sessizlik birbirimize bir şeyler söylemeye canattığımızı gösterecek kadar uzadı. Sonunda ben ağzımdan kaçırdım:

"Niye," dedim, "zor olacakmış sanki?"

Yine gülümsedi. "Yok, yani, bazı müridler başlangıçta zorlukla karşılaşır da... Biraz boğucu bulurlar."

Kalbim minnet içinde hızla çarpmaya başladı. Hiç yalnız kalamamak zordu, ama sabırlı olmalıydım. Tam benim meselemi dile getiriyordu. Herkesin kendimle aynı ruhi tutkular içinde olacağını bekleyemezdim.

Elini kolumun üzerine koydu. "Benim için de zor olmuştu."

İşte bütün istediğim buydu, hemencecik bütün şikayetlerimi sayıp döktüm ona. Fukarayı suçladım. Tarikatın asli öğretisini örten kültürü suçladım, birlikteliği suçladım, işaretlere özgü bir yalnız kalma korkusu dedim... Ama bütün bunları art arda sıraladıkça gide gide yanlış, daha yanlış bir noktaya vardığımı anlamış oldum. Konuşmamı usulca bağladım, pil bitti.

"Peki, ne yapıyorsun kendi başına kaldığında?" Bu soruyu bana sorduğu anda sonuca da varılmış oldu, ama ben kendimi haklı çıkarmaya uğraştım. Hayır, tek başına kalınca ne namaz kıldım ne zikrettim ama bunların yapılabilmesi için önce bir yöntemin bulunması gerekir. Zikr için bir yer olması mesela. İşte, böyle şeyler!

Yaşlı adam kesin bir tavırla salladı başını, tıpkı bir keresinde camide yaptığı gibi. Hayır, yine yanılıyordum.

"Peygamber -salat ve selam insanlar ilahi Varlık'a yöneldikçe ona olsun- dedi ki, "Şeytan tek adamla birliktedir." Gerçekten yalnız olmak bu demektir. Üstelik sen, kendi başına kaldığın zaman yalnız mısın? Hayır. Binlerce düşünce kafanı yalnız bırakmaz, yüzlerce nefs seninledir, öfken, gururun, her şeyin." Bana gülüyordu, ama bu gülüş öyle tatlı bir anlayışla doluydu ki başımı utançla eğdim. "Mücadele bitmiş değil daha. Bitince göreceksin. Yalnız olabilmek için çok çalışman gerekecek. Sonradan elde edilir o. Yalnız kalmayı başarabildiğin zaman anlayacaksın ki sen artık kendinsin. Bunu sağlaman için savaşman gerekmez. Yalnız kalmayı başarmak demek, bilgelik uyarınca söylersek, önce başkalarıyla birlikte olmayı öğrenmek demektir. Savaşma. Şeyhine bak! Şeyhine bak!"

13 Ocak 2020 Pazartesi

Seneca, 2. Mektup

*Bu yazı TERCÜME dergisinin 1944 yılında yayınlanmış 24. sayısından alınmıştır.
*Günümüzde değişime uğramış kelimeler ve işaretler aynen aktarılmıştır; metin içi bir düzenleme yapılmamış ve metin olduğu gibi aktarılmıştır.







İnsanların en dürüstü, dostum Lucius, ben sana <<bunları okuma>> demiyorum; oku, ama her okuduğunu da hemen ahlak alanına çekmeyi unutma. Kendini zaptet, çürümeye yüz tutan tarafın varsa, harekete getir, dağılanı topla, şişeni bastır, kendinde ve başkasında gördüğün hırsları elinden geldiği kadar hırpalamaya gayret et. Biri <<Hep bu şeyleri daha ne kadar dinliyeduracağız?>> diyecek olursa: <<Hep o suçları işlemekte daha ne kadar devam edeceksiniz?>> diye cevap verirsin. <<Kusurlarınızdan henüz kurtulmamışken ne diye başvurmanız gereken çarelerden vazgeçiyorsunuz? Ben tekrar söyliyeceğim ve mademki siz itiraz ediyorsunuz, sebatlı olacağım. Kendinden geçmiş birini elle yoklarken, vücudumun bir yerinde acı duyarsa, o zaman ilaç tesir göstermeye başlıyor demektir. İstemeseniz dahi, size faydası dokunacak şeyler söyliyeceğim. Bazı kere kulağınıza pek hoş gelmiyen sözler işiteceksiniz ve mademki gerçeği ayrı ayrı dinlemek istemiyorsunuz, hep birden dinleyin! Vaktiyle bütün bir milleti içine alan arazi şimdi bir sahibine dar geliyor! Çiftliklerinizle eyaletler arazisini kaplamak yetmiyormuş gibi, tarlalarınızı daha nerelere yayacaksınız? Ünlü nehirler sizin arazilerinizden akıp geçiyor; büyük ırkların arasında hudut olan büyük ırmaklar membalardan mansaplarına kadar sizindir. Eğer geniş ölçülü arazilerinizde denizleri sarmış değilseniz, eğer kahyanız Hadria, İonium, Ege denizleri ötesinde hüküm sürmüyorsa, eğer bir zaman büyük önderler için barınak olan adaları en değersiz şeyleriniz arasında sayamıyorsanız, memnun değilsiniz. İstediğiniz kadar geniş arazilere sahip olun, alabildiğinizi kendinize mal edin, başkasınınki yine daha çok olacak.

Şimdi ziynet sevgisi, ötekilerin mal edinme hırsı kadar geniş bir alana yayılan sizlere söylemek istiyorum. Sorarım size: ne zaman bir göl bulunacak ki suları üzerine köşklerinizin çatıları sarkmasın? ne zaman bir ırmak bulunacak ki kıyılarını yaptırdığınız binalar süsleyip örtmesin? Sıcak su damarlarının her fışkırdığı yerde yeni yeni sefahet konakları kurulacak. Sahilin bükülüp bir koy teşkil ettiği her yerde, siz hemen temel atacak ve ancak kendi ellerinizle meydana getirdiğiniz kara parçasından hoşlandığınız için denizi gerilere atacaksınız (Bazı zengin Romalıların dağı düzeltmek, denizi doldurmak hevesini Horatius da söyler). Evleriniz, biri burada geniş bir kara veya deniz manzarası karşısında, öbürü şurada ovada dağlara kadar uzanan yükseklikte; evleriniz diyorum, varsın her yerde ihtişamını göstersin... Birçok kocaman yapılar yaptırın, gene küçük birer vücuttan başka bir şey değilsiniz. Birçok yatak odalarına ne hacet? Ancak birinde yatacaksınız? Bulunmadığınız yer sizin değildir.

Şimdi de derin, doymaz boğazları uğruna denizi karayı gözetliyen, şunu olta ile, bunu ilmikle, bir ötekini çeşit çeşit ağlarla güç kuvvet sarfederek elde eden sizlere geçiyorum. Hiçbir mahluk, eğer siz bırakmazsanız rahat edemez. Sayısız ellerin hazırladığı bu yiyeceklerden ne kadarcığını zevk ala ala bitkin hale düşmüş ağzınıza dokunduracaksınız? Midesinden rahatsız ve içi bulunan efendi nice tehlikeler pahasına yakalanan şu av hayvanının ne kadarcığını tadacak? Ta uzaklardan getirilmiş şu yığın yığın istiridyelerden kaç tanesi doymak bilmez o mideden geçip gidecek? Zavallılar, açlığınızın midenizden büyük olduğunuzu anlıyamıyorsunuz!>>



Bunları başkasına söyle ki, söylerken kendin de duyasın: yaz ki, yazarken okuyasın! Her şeyi ahlak alanına çekmeye, kudurmuş hırslarını yatıştırmaya kullanmaya çalış; emelin bir şeyler daha bilmek değil, daha iyi bilmek olsun. Sağ ol.

8 Ocak 2020 Çarşamba

Rüya ve Hakikat: Yalnızca Rüyalara Güvenmek

Binbir Gece Masalları, 351. Gece

Kaynak: Borges, Rüyalar Kitabı (Kırmızı Kedi Yay.)



Sözüne güvenilir insanların anlattığına göre (fakat yalnızca Allah her yerde hazır ve nazırdır, kudretlidir, merhametlidir ve uyumaz), Kahire'de servet sahibi bir adam varmış, fakat öylesine yüce gönüllü ve yumuşak biriymiş ki, babasının evi hariç her şeyini kaybetmiş ve ekmeğini kazanmak için çalışmak zorunda kalmış. Çok çok çalıştığı bir gece rüya onu bahçesindeki incir ağacının altında yakalamış. Rüyasında ter içinde bir adam görmüş, ağzından bir altın para çıkarıp ona demiş ki: ''Senin servetin Pers ülkesinde, İsfahan'da; git bul onu.'' Adam ertesi gün şafak sökerken uyanmış ve uzun bir yolculuğa çıkmış. Çöllerin, gemilerin, korsanların, putperestlerin, nehirlerin, vahşi hayvanların ve insanların tehlikelerine göğüs germiş. Sonunda İsfahan'a varmış. Fakat şehrin suruna geldiğinde gece olmuş ve bir mescidin avlusunda uyumaya koyulmuş. Mescidin yanında bir ev varmış. Evde uyuyan insanlar gürültü patırtısıyla uyanıp imdat istemişler. Komşular da bağırmışlar, sonunda yörenin bekçi başı adamlarıyla birlikte gelmiş ve haydutlar çatıdan kaçmışlar. Bekçi başı mescidi aramaya gitmiş ve orada Kahireli adamı bulmuş. Bambu sopalarla ona öyle bir dayak atmışlar ki neredeyse ölüyormuş. Hapiste iki günün sonunda kendine gelmiş. Bekçi başı onu getirtmiş ve demiş ki ''Kimsin sen? Nerelisin?'' Adam cevap vermiş: ''Ben ünlü Kahire şehrindenim. Adım Muhammed El Magrebi.'' Bekçi başı sormuş: ''Seni Pers'e hangi rüzgâr attı?'' Adam hakikati söylemeyi tercih etmiş ve demiş ki: ''Rüyamda bir adam bana İsfahan'a gelmemi emretti, çünkü benim servetim oradaymış. Şimdi İsfahan'dayım ve sanırım ki bana vaat edilen servet senin gayet cömertçe attığın kırbaçlar olmalı.''

Bu laflardan sonra bekçi başı bütün dişlerini gösterecek şekilde gülmüş ve sonunda demiş ki: ''Seni akılsız, saf adam, rüyamda üç kez Kahire şehrindeki bir evi gördüm. Ortasında bir bahçe var, bahçede de bir güneş saati, güneş saatinden sonra bir incir ağacı, incir ağacından sonra bir pınar, pınarın altında da bir hazine. Ben bu yalana en ufak bir itibar göstermedim. Sen, dişi bir katırla şeytanın cenini olmalısın ki sadece rüyana güvenerek şehirden şehire dolandın. İsfahan'da göreceğin bir şey yok. Al şu paranı da çek git.''

Adam paraları alıp memleketine geri dönmüş. Bahçesindeki (bekçi başının rüyasında gördüğü) pınarın altında topraktan hazineyi çıkarmış. Böylece Tanrı onu kutsayıp, ödüllendirmiş ve yüceltmiş. Tanrı cömerttir onun işine akıl sır ermez.

7 Ocak 2020 Salı

Bir Yolda Oluş Biçimi Olarak Uzlet (Yalnızlık): İbn Arabî'de Ruhî Kemâlin Ön Koşulları

Hilyetü'l Ebdâl: Ruhî Kemâlin Önkoşulları

Kaynak: Cogito Dergi Yapı Kredi Yay. Sayı: 46 (Ezoterizm)

Uzlet derin sükutun merdivenidir. İnsanlardan uzaklaşan adam, konuşacak kimse bulamayınca dilini terbiye etmeyi öğrenir. Yalnızlık iki kısımdır: Müridlerin uzleti ki maddi yalnızlık demektir; başkalarından fiil olarak uzaklaşmak demektir.

Tamamen kalbin yoğunlaşmasıyla gerçekleşen ve dış dünyadaki her şeyin kalpten atılmasıyla son bulan, derin kişilerin (muhakkiklerin) uzleti. Onların gönlünde Tanrı bilgisinden başka bir şey kalmaz. O kendi kalbinde Tanrı'yı müşahede eder.

Yalnızlaşanların üç amacı vardır. Diğer insan muhtemel kötülüklerinden arınmak, kendisinin yıkıcı etkilerinden başkalarını korumak, -ki bu ilkinden daha yücedir- ve Tanrı ile dostluğu tercih edip tüm masivayı (kainat, dünya, âlem) boşamak. İkinci amaç birinciden daha yücedir demiştik; çünkü birinci amaçta insanlara suizanda bulunmak, onları kötü saymak vardır; ikinci durumda ise kişinin kendi nefsini muhasebe etmesi daha çok öne çıkar. Senin kendi nefsin hakkında suizan etmen başkaları hakkında suizan etmenden daha iyi! Çünkü sen kendini başkalarından daha iyi bilirsin.

Ama yalnızlığı tercih edenlerin en yücesi, Rabbinin dostluğunu tercih ederek inzivaya çekilenlerdir. Kim, Rabbinin dostluğunu amaçlayarak yalnızlaşırsa kimse onu bilmez, Hak tarafından ona verilen ruhi sır ve yeteneklerden kimse haberdar olmaz.

Yalnız kalma isteğinin bir kalbe yerleşmesi, iki basamakta gerçekleşir; önce bir ''yabancılaşma'' gereklidir. Yabancılaşma, yabanıl kalma hissi, kişinin kopmak istediği hal ve şeylere (masiva) karşı tepki alıştır. Sonra varmak, sığınmak istediği şeye doğru yanaşmak, ilişmek, ünsiyet peyda etmek basamağı gelir. İnsanı gönüllü ve huzurlu yalnızlığa iten de budur.

Yalnızlık, verimli suskunluğu zenginleştirir; ona katkıda bulunur. Suskunluk aslında yalnızlığın getirdiği zorunlu hallerdendir. Burada dilin susmasını kastediyorum. Kalbi susturmak, uzlet yoluyla elde edilemez. Yalnız kalan kişi ne denli gayret etse de Tanrı'dan başka biriyle masiva hakkında konuşabilir. Bu yüzden susmayı yolun esaslarından kıldık.

Kim uzlete yapışırsa ilahî birliğin sırlarına vakıf olur. Böylece önünde ahadiyyet sıfatının (Tanrı'nın mutlak birliğinin makamı) sırları açılır.

Uzlet hali, mürid veya muhakkikin tüm beşeri niteliklerden soyutlanarak yücelmesi demektir. Uzletin en yüksek derecesi, mutlak halvet makamıdır. Bu makam ''yalnızlık içinde yalnızlık'' demektir. Böyle bir uzletin semeresi, umumi uzletten daha güzeldir; daha verimlidir. Yalnızlaşan, ayrılan anlamında ''mutezil'' kişi Tanrı hakkında kesin bir inanç ve güven hissiyle dolmalıdır; ta ki hiçbir fikir geçmesin gönlünden. Eğer o, kesin güvenden ve ''Tanrı'yı görüyormuşçasına bilme makamı''ndan (el-yaqîn) mahrum ise uzlet zamanını bir tür azık saysın; yalnızlığı esnasında ilahî yansımaların aynası olmak için beklesin. Umulur ki ruhen güçlenir de Tanrı'yı görüyormuşçasına inanma makamına yaklaşır. Verimli uzletin ön şartlarından biri de bu makama geçebilmektir. Uzlet, dünya hakkında açık ve doğru bilgiler getirir insana.

6 Ocak 2020 Pazartesi

Tolstoy'un "Din Nedir?" Denemesinin Sekizinci Bölümü

8. Bölüm


Çağımızda imansız yaşıyorlar. Tahsilli, varlıklı ve azınlığı teşkil eden bir kesim kendilerini Kilise'nin inançlarından azade kıldıklarından ve her türlü inancı ya bir saçmalık ya da kitleleri kontrol altında tutmanın faydalı bir aracı olarak gördüklerinden hiçbir şeye inanmıyorlar. Pek az istisnayla hakiki mümin olan fakir ve eğitimsiz çoğunluk hipnozun etkisi altındaki kölelere döndüğünden, kendilerine iman suretinde telkin edilen şeye inandıklarını düşünüyorlar. Halbuki bu iman değil; çünkü insanın dünyadaki konumunu berraklaştırmaktan çok bulanıklaştırıyor. Hristiyan adı verdiğimiz dünyamızın hayatını, bu durum ve inanmayan, gösterişçi azınlık ile hipnoz altına alınan çoğunluğun hayatı, idarecilerin zalimliği ve ahlaksızlığından ve büyük işçi kitlelerinin ezilmesi ve uyuşturulmasından dolayı korkunçtur. Hiçbir dini çöküş döneminden önce, bütün dinlerin özellikle de Hristiyanlığın asli özelliğine - bütün insanlığın eşitliğine - karşı bu dönemdeki kadar küçümseme ve ihmal gösterilmedi. Günümüzde insanlar arasındaki bu korkunç zulmün ana nedeni, dinin yokluğu bir tarafa, insanlara eylemlerinin sonuçlarından kaçma fırsatı veren, hayatın karmaşıklığıdır. Oysa zalim Atilla, Cengiz Han ve takipçileri için, insanları öldürme eylemi şahsi olarak yüz yüze işlendiğinden belki de rahatsızlık verici bir şeydi, bu cinayetlerin sonuçları herhalde daha da rahatsızlık vericiydi: Feryat eden akrabalar ve orada buradaki cesetler. İşte bu yüzden onların zulmü sınırlıydı. Günümüzde ise insanları öyle karmaşık iletişim süreçlerinde öldürüyoruz ve zulmümüzün sonuçları bizden öylesine titizlikle saklanıyor ki bu eylemin vahşiliğine hiçbir sınırlama gelmiyor. Bazılarının diğerlerine zulmü, eşine rastlanmadık boyutlara ulaşıncaya dek devam edecek.


Kanaatimce, zalim Neron'un bile girişemeyeceği bir işe girişen sıradan bir müteşebbis, çok bilmiş doktorlarının tavsiyesine kanan hastalıklı zenginlerin banyo yapması için insan kanıyla dolu bir havuz yapmak isteseydi, kabul gördüğü ve uygun usullere riayet gösterdiği takdirde hiçbir engelle karşılaşmadan bunu yapabilirdi. Ama bunu, insanları doğrudan kanlarından vazgeçmeye zorlayarak değil, istenileni yapmadıkları takdirde hayatlarının tehlikeye girdiğini ihsas ederek yapardı. Üstelik topları, tüfekleri, hapishaneleri, darağaçlarını, takdis ettikleri gibi o havuzu da takdis etmeleri için papazları; savaşları ve fuhuşhanelerin zaruretini kanıtladıkları gibi böyle bir düzenin zaruretini ve meşruluğunu kanıtlamaları için de bilim adamlarını davet ederdi. Bütün dinlerin temel ilkesi, yani tüm insanların eşitliği, unutuldu, ihmal edildi ve dinin ileriye sürdüğü bir sürü saçma dogmanın ayaklarının altına gömüldü; bilim de (varoluş mücadelesi ve en kuvvetlinin hayatta kalması teorisinde ifade edilen) bu eşitsizliğin hayatın zaruri bir şartı olduğunu iddia ediyor; yönetimdeki azınlığın işine geliyor diye milyonlarca insanın hayatını kaybetmesi yaşamın en sıradan, gerekli ve sürekli vuku bulan yönlerinden birisi olarak görülüyor. 

Günümüz dünyasının insanları, 19. yüzyıl teknolojisinin göz alıcı, eşine rastlanmadık ve muazzam başarılarına rağmen hayatlarından lezzet alamıyor.

Şüphesiz ki tarihin hiçbir döneminde 19. yüzyıldaki kadar maddi başarıya - mesela, insan tabiatının kuvvetlerinin fethi gibi - ulaşılamadı. Fakat yine şüphesiz ki, tarihin hiçbir döneminde, giderek canavarlaşan şimdiki Hristiyan dünyamızdaki kadar ahlaksız, insanın hayvani ihtiraslarına hiçbir kısıtlamanın getirilmediği bir hayat yaşanmadı. 19. yüzyılda ulaşılan maddi ilerleme gerçekten muazzam; fakat bu ilerleme, Atilla, Cengiz Han, veya Neron'un zamanında bile şahit olunmayan şekilde ahlakın en temel şartlarını ihmal etme pahasına satın alındı ve halen de satın alınıyor.

Zırhlı gemilerin, demiryollarının, matbaaların, tünellerin, fonografların, röntgen ışınlarının vs. çok güzel şeyler olduğunu kimse tartışacak değil. Gerçekten de güzeller; fakat Ruskin'in de dediği gibi, başka hiçbir şeyle kıyaslanmayacak derecede daha güzel olan şeyler var ki bunlar zırhlı gemilerin, yolların, tünellerin, kısacası hayatı güzelleştirmekten çok bozan şeylerin ele geçirilmesi pahasına milyonlarcası yok edilen insan yaşamlarıdır. Buna her defasında şu cevap verilir: "Şu anda dünya yüzündeki insan hayatının tahribini kontrol altına alacak aygıtlar icat ediliyor ve edilecek de." Fakat bu doğru değil. İnsanlar bütün insanları kendi kardeşleri gibi görmedikçe, insan hayatını en mübarek şey olarak kabul etmedikçe, onu tahrip değil korumayı ve desteklemeyi en birinci vazifeleri bilmedikçe; insanlar birbirlerine kulluk şuuruyla davranmadıkça, şahsi kazanç uğruna birbirlerinin hayatını mahvedeceklerdir. Birkaç yüz lira harcayarak ve birkaç insanı "telef etme" pahasına elde edebileceği bir şeye binlerce lira harcamaya hiçbir ahmak razı olmaz. Her sene Chicago'da aynı sayıda insan demiryolunda eziliyor. Demiryolu yöneticileri yaralanan insanlara ve ailelerine ödenen yıllık ödemelerin, insanların ezilmelerini önlemek için yapılacak düzeltmelerin maliyetinden daha az olduklarını hesapladıklarından, gayet mantıklı davranarak bu yolda hiçbir düzeltmeye gitmiyorlar.

Çok muhtemel ki kendi karları için insanların hayatlarını mahvedenler kamuoyu tarafından kınanabilir veya düzeltmeler yapmaya zorlanabilir. Fakat, insanlar dinlerine bağlanmadığı ve eylemlerini Allah'ın değil insanların huzurunda işlediği sürece, belki bir açıdan insanların hayatını korumak için değişiklikler yapacaklar; fakat başka bir yerde insan hayatını en karlı malzeme olarak yine kullanacaklardır. 

Tabiatı fethetmek, demiryolları, buharlı gemiler, müzeler vs. inşa etmek, insanların canlarına kıymadığınız takdirde kolaydır. Mısır firavunları piramitleriyle gurur duyuyorlardı, biz de onların inşasında milyonlarca kölenin canının kurban edildiğini unutarak onlara gıptayla bakıyoruz. Aynı şekilde, onlara karşılık neler ödediğimizi unutarak sergi saraylarımıza, zırhlı gemilerimize ve kıtalar arası kablolara gıpta duyuyoruz. Oysa bütün bunlar köleler tarafından değil, hür insanların tarafından yapıldığında gurur duymalıyız.

Hristiyan kavimler Amerikalı Kızılderilileri, Hinduluları ve Afrikalıları ele geçirerek onları zorla kendilerine itaat ettirdiler. Aynı şeyi şimdi de Çinlilere yapıyorlar ve bununla gurur duyuyorlar. Oysa bu istilalar ve boyun eğdirmeler, Hristiyan kavimlerin manevi üstünlüğü dolayısıyla değil, bilakis diğerlerinden çok daha aşağı bir manevi seviyede bulunduklarından dolayı gerçekleşiyor. Hindular ve Çinliler bir tarafa, Zuluların bile yükümlülükler getiren, belli eylemlere izin veren bazılarını yasaklayan dini kuralları vardır. Roma, bütün dinlere bağlarını koparınca dünyayı fethetti. Aynı şey daha geniş ölçekte bugün Hristiyan kavimlerde yaşanıyor.

Hristiyan kavimlerin hepsi dinden kopuş içindeler ve bunun sonucunda hırsızlığın, çapulculuğun, düşüklüğün, tek tek ve kitlesel cinayetlerin en küçük vicdan azabı duyulmadan ve hatta hatta tam gönül rahatlığıyla işlendiği bir suçlular çetesi halinde birleşiyorlar. Bunun örneğini kısa bir zaman önce Çin'de gördük. Bazıları hiçbir şeye inanmıyor ve bununla gurur duyuyorlar. Diğerleri kendi menfaatlerine olan ve kitlelere iman görüntüsü altında inanmaya ikna ettikleri şeylere inanır görünüyorlar. Geriye kalan büyük çoğunluk ise kendilerine uygulanan hipnotizmayı iman olarak kabul ediyorlar ve inançsız yöneticiler ve ikna edicilerin kendilerinden istediği her şeye köle gibi itaat ediyorlar.

Bu ikna ediciler de hayatlarını boşluğunu bir şekilde doldurmaya çalışan Neron ve benzerleri hep neyi istemişse onu istiyorlar: Anlamsız, aşırı bir zevk ve müreffeh bir hayat. Bu zevk ve refaha başka insanları köleleştirmeden ulaşmak mümkün değil. Köleliğe başvurulduğu an zevk ve refahta artış elde ediliyor, bu artış da kaçınılmaz olarak kölelikte artışı teşvik ediyor. Açlıktan ve soğuktan kıvranan ve ihtiyaçla elleri kolları bağlanan; hiç de ihtiyaç duymadıkları fakat efendilerinin zevki için gerekli olan bir şeyi yaparak bütün hayatlarını harcayanlar ise insanlardan başkası değil.

Kaynak: "Din Nedir?" Leo Nikolayeviç Tolstoy. Kaknüs Yayınları, 2016. 9. Basım.

5 Ocak 2020 Pazar

Epikuros, Menoikeus'a Mektup

*Bu yazı TERCÜME dergisinin 1958 yılında yayınlanmış 62. sayısından alınmıştır.
*Günümüzde değişime uğramış kelimeler ve işaretler aynen aktarılmıştır; metin içi bir düzenleme yapılmamıştır.






Epikuros Menoikeus'a selam eder.

Bir insan ne genç olduğu için felsefe ile uğraşmayı geciktirmelidir, ne de ihtiyar olduğu için felsefeden usanmalıdır. Zira ruhun sıhhati bahis mevzuu olduğu zaman hiç kimse için vakit henüz erken veya geç değildir. Felsefe ile meşgul olma zamanının <henüz> gelmediğini veya artık geçmiş olduğunu söylemek, mesut olmanın zamanı henüz gelmedi veya artık geçti demekten farksızdır. Şu halde genç de, ihtiyar da felsefe ile meşgul olmalıdır; biri, ihtiyar yaşına rağmen, geçmiş günlerin cazip hatıralarının verdiği saadetle gençleşsin diye; öbürü  ise genç olmakla beraber, geleceğe korkusuzca bakabildiği için yaşlı bir insan gibi olabilsin diye. Saadeti yaratan şeylerle insan meşgul olmalıdır, çünkü saadet mevcut olduğu zaman her şeyimiz tamamdır; fakat olmadığı zaman onu elde etmek için elimizden geleni yaparız.

Sana her zaman neleri tavsiye ediyorsam, onları yap, onlarla meşgul ol: şunu nazarı itibara al ki bunlar mesut yaşamanın temel unsurlarıdır. Her şeyden evvel, tanrı hakkındaki umumi telakkinin insanın zihnine işlemiş olduğu gibi, tanrının ölümsüz ve bahtiyar bir varlık olduğuna inan ve onun ölümsüzlük vasfına yabancı olacak, bahtiyarlık vasfına uymıyacak hiçbit şeyi ona izafe ve isnat etme; fakat bahtiyarlığı ile ölmezliğini temin edebilen her şeyi hakkında düşünebilirsin. Zira tanrılar mevcuttur: onları biz gayret vazıh bir şekilde tanıyoruz. Ancak onlar ekseriyetin telakki ettiği gibi değildirler, çünkü ekseriyet onları telakkisine uygun olarak düşünmez; dolayısı ile dinsiz olan, ekseriyetin tanrılarını ortadan kaldıran değil, tanrılara ekseriyetin düşündüklerini izafe ve isnat eden insandır. Çünkü ekseriyetin tanrılar hakkında ileri sürdüğü iddialar hisler yolu ile elde edilen bir takım mefhumlar değil, sadece yanlış faraziyelerdir. Bu yüzden en büyük zararların kötülere ve en büyük faydaların <iyilere> nasip olması tanrıların marifetidir. Zira iyiler kendi faziletleri ile tanrılara yakınlık duydukları için, kendilerine benzer olan tanrıları kabul ederler, aynı mahiyette olmıyana ise yabancı nazarı ile bakarlar.

Ölümün bizim için hiçbir şey olmadığı fikrine alış, çünkü iyilikte dediğin, kötülük dediğin histen ibarettir; ölüm ise histen mahrumiyettir. Bunun içindir ki, ölümün bizim için hiçbir şey olmadığı fikri, bu doğru fikir, ölümlü dünyayı bize sevimli kılar, çünkü ona sonsuz bir zaman ilave etmese de, ölümsüzlük hasretini ortadan kaldırır. Nitekim yaşamamakta korkulacak hiçbir şey olmadığını içten kavramış olan bir insan için hayatta korkulacak bir şey yoktur. Öyle ki, vukubulduğu zaman insana fenalığı dokunmıyan bir şeyi endişe içinde beklemek boş yere üzülmektir. Şu halde fenalıkların en dehşet verici olan ölüm bizim için bir şey değildir, çünkü biz varken ölüm yoktur, ölüm geldiği zaman ise, biz yokuz. İmdi ölüm ne yaşıyanları alakadar eder,  ne de ölenleri, çünkü yaşıyanlar için mevcut değildir, ölenlerin ise kendileri artık mevcut değildirler.

Fakat ekseriyet ölümden bazen en büyük fenalık imiş gibi kaçar, bazen de onu hayattaki <fenalıkların> sonu olarak özler. Halbuki hakim ne hayattan kurtulmak ister, ne de hayatta olmamaktan korkar; zira ne hayat onun için bir yük teşkil eder, ne de hayatta olmamayı bir fenalık telakki eder. Nasıl gıda hususunda bol olanı değil de, en lezzetli olanı seçerse, aynı şekilde ömrün en uzun olanına değil en zevklisine göz koyar.

Gence iyi yaşamayı, ihtiyara ise iyi ölmeyi tavsiye edene gelince, o budalanın biridir, çünkü hayatın arzu edilir bir şey olması bir tana, iyi yaşamakla iyi ölmek aynı davadır. Doğmamak iyidir, doğdun mu da bir an evvel Hades'in kapısını aşmalısın, diyen daha da beterdir. Zira inanıyor da böyle söylüyorsa, niçin hayatı terk etmiyor? Kati kararını vermiş bir adam için bu gayet kolay bir iştir. Yok, latife olsun diye bunu söylüyorsa, mevzuun kaldırmıyacağı bir hafiflik gösteriyor demektir.

Şunu da aklımıza koymalıyız ki, istikbal ne bizimdir, ne de büsbütün bizim değildir; böylece ne geleceğine muhakkak nazarı ile bakmalıyız, ne de katiyyen gelmiyecek diye ümidimizi kesmeliyiz.

Mülahaza edilmelidir ki, arzularımızdan bir kısmı tabiidir, bir kısmı ise fuzulidir; tabii olanlardan da bir kısmı zaruri, bir kısmı da sadece zaruridir. Zaruri olanların ise bir kısmı saadet için zaruridir, bir kısmı da vücudun huzuru için, düğer kısmı da doğrudan doğruya hayat için. Bu hususları doğru bir şekilde kavramakla her tercihi ve her reddi vücudun sıhhatine ve <ruhun> sükunetine yöneltebiliriz, çünkü saadet içinde yaşamanın gayesi budur. Nitekim biz de yaparsak hep bu uğurda yaparız, yani acı duymamak ve manen sarsılmamak isteriz. Bir defa da buna erdik mi, ruhumuzdaki her fırtına diner, çünkü varlığımızın noksan olan bir şeye doğru atılması ve ruhun iyiliğini, vücudun iyiliğini tamamlıyacak başka bir şey araması artık bahis mevzuu değildir. Gerçekten de zevk ihtiyacını biz, zevkin mevcut olmaması dolayısı ile acı duyduğumuz zaman duyarız; <fakat acı duymadık mı> artık zevke de muhtaç değili. İşte bunun içindir ki. zevk, saadet içinde yaşamanın başlangıcı ve sonudur, diyoruz. Nitekim ilk ve fıtri olarak bi onu kabul ediyoruz; ve her tercihi, her reddi zevkten başaltıyor, her türlü iyilik hakkında hüküm vermek hissi ölçü tutarak, onları tekrar zevke vardırıyoruz.

İşte ilk ve fıtri iyilik bu olduğu içindir ki, biz her türlü zevkin peşinden koşmayız, bilakis bazen, şayet bizim için fazlaca bir dert kaynağı olacak ise, birçok zevklerden vazgeçeriz; ve, şayet uzunca bir zaman acılar içinde kaldıktan sonra, bize o acılardan daha büyük bir zevk nasip olacaksa, birçok acıları zevklerden üstün tutarız. Her zevk öz tabiatı dolayısı ile bir iyiliktir, fakat hepsi de seçilmeye layık değildir; nasıl ki her acı bir fenalıktır; fakat hepsi de reddedilecek mahiyette değildir. Bütün bunlar hakkında karşılıklı mukayese yolu ve faydalarının, zararlarının mülahazası yolu ile hüküm vermek yerinde olur. Nitekim zaman olur ki iyiliğe kötülük, kötülüğe de aksine, iyilik nazarı ile bakarız.

Arzulardan azade olmayı da biz büyük bir iyilik telakki ederiz; daima ala iktifa edelim diye değil, fakat şayet bolluk içinde değilsek, az iktifa etmesini bilelim diye; çünkü şuna samimi olarak inanmalıyız ki, sefahati en az arıyanlar sefahatten en büyük zevki çıkarırlar ve tabii olan her şeyin kolayca tedarik edilmesine mukabil, fuzuli olan güçlükle elde edilir. Zaruretin sebep olduğu acıyı geçirirse, basit bir yemek zengin bir sofra kadar zevk verir; aç olduğumuz zaman ağzımıza getirirsek, ekmekle su bize zevklerin en büyüğünü tattırır. Zengin değil, basit bir gıda tarzına alışmak sıhhat verir, insanı hayatın zaruri meşguliyetlerine karşı atik kılar, uzun fasılalarla eriştiğimiz zengin bir sofranın tadını daha iyi çıkarmamızı temin eder ve tesadüfe karşı korkusuz kılar.

Zevkin gaye olduğunu söylediğimiz vakit -öğretimizi bilmiyen veya bizimle aynı kanaatte olmıyan veya fikirlerimizi yanlış alıyan bazı kimselerin zannettikleri gibi- biz, sefihlerin zevklerini veya şehvani arzularla ilgili zevkleri kastetmiyoruz; vücutça acı duymayı, ruhça da sarsıntı geçirmemeyi kastediyoruz; çünkü ne birbirini takip eden içki alemleri, ziyafetler, ne şehvani arzuların oğlanlarla veya kadınlarla tatmini, ne de balık yemekten duyacağımız zevk hayatı zevkli kılar; hayatı, her tercihin veya reddin sebeplerini araştıran ve insanın ruhunu büyük kargaşalıklara sevk edecek yanlış kanaatleri silkip atan ölçülü bir muhakeme zevkli kılar.

Bütün bunların başlangıcı ve dolayısı ile en büyük iyilik itidaldir; böylece itidal felsefeden dahi kıymetlidir: o bütün öbür faziletlerin kaynağıdır; ve o bize şunu öğretir ki, itidalli, iyi ve adil olmadıkça, hayat zevkli olamaz, bunun gibi zevkli olmadıkça da <hayat itidalli, iyi ve asil olamaz>. Çünkü faziletler zevkli hayata tabiaten bağlıdır, zevkli hayat da bunlardan ayrılamaz. Nitekim düşün: tanrılar hakkında dindarca kanaatler besliyen, ölümden hiçbir korkusu olmıyan, tabiatın gösterdiği sonu düşünmüş olan, iyiliklerin sınırına erişmenin kolay olmasına mukabil, kötülüklerin ya zaman, ya şiddet bakımından tahditli olduğunu kavrıyan, ve nihayet bazı kimselerin her şeyin mutlak efendisi mevkiine yükselttiği <mukadderatı alaya alan> insandan üstün olan var mı? <Bu adam hadiselerin bir kısmını zaruret dolayısı ile vukubulduğunu>, bir kısmının tesadüfün eseri olduğunu, bir kısmının da bizim elimizde olduğunu iddia eder, çünkü zaruretin mesul tutulamıyacağını, tesadüfün ise oynak olduğunu, elimizde olanın ise efendisiz olduğunu ve tekdirle takdirin tabii olarak ona bağlandığını görür (nitekim tanrılar hakkında anlatılan mythosları kabul etmek, tabiatçıların mukadderatına uşaklık etmekten daha iyi olurdu; zira mythos tazim yolu ile tanrıların yatıştırabileceği ümidini veriyor, öbürü ise zaruretin yatıştırılamaz olduğunu kabul ediyor); tesadüfe gelince, o, tesadüfü ne, ekseriyetin telakki ettiği gibi, bir tanrı olarak görür (zira tanrının yaptığı hiçbir şey nizam dışı olamaz) ne de oynak bir sebep olarak görür (zira iyiliğin veya kötülüğün, tesadüf tarafından insanlara saadet içinde yaşamaları için verildiğine inan<maz>, ancak büyük iyiliklerin veya fenalıkların başlangıcının tesadüften çıktığına inanır) ve akıllıca bir hareket neticesinde bedbaht olmayı, akılsızca bir hareket neticesinde bahtlı olmaya üstün tutar (çünkü hareketlerimizde doğru olarak tasarladığımızın <muvaffak olmaması, yanlış bir tasarlananın> tesadüfün marifeti ile başarıya erişmesin<den daha iyidir>).

İşte bu ve bu mahiyetteki meseleleri gece gündüz kendi başına ve sana benziyen bir arkadaşınla beraber düşün: hiçbir zaman uyanıkken olsun, uykuda olsun, sarsıntı geçirmeyeceksin ve insanların arasında bir tanrı gibi yaşayacaksın. Çünkü ölümsüz iyilikler içinde yaşıyan insanın ölümlü bir varlığa benzer bir tarafı yoktur. 

Eski Hırkama Hasret yahut Paradan Çok Zevki Olanlara Öğüt


*Bu yazı, Milli Eğitim Bakanlığı (Maarif Vekilliği) tarafından çıkarılan TERCÜME dergisinin 1942 yılında yayınlanmış 14. sayısından alınmıştır.
*Günümüzde değişime uğramış kelimeler ve işaretler aynen aktarılmıştır; metin içi bir düzenleme yapılmamıştır.

*

Ne dedim de saklamadım? O bana alışmıştı, ben de ona. Vücuduma kalıp gibi oturur da rahatsızlık vermezdi; onu giydim mi, bana görülecek bir hal, bir güzellik gelirdi. Yenisi kaskatı, sanki kolalı, beni bir taş bebeğe çeviriyor. Eskisi hatır sayar, bir hizmetimden çekinmezdi; fıkara kısmı öyledir, bir iyilik edeyim der. Bir kitap mı tozlanmış? Eteklerinden biri, ossaat temizlerdi. Mürekkep pıhtılaşmış da kalemden akmıyor mu? Gelsin hırkamın yanı. Bana sık sık ettiği o hizmetler uzun, kara birer çizgi ile üzerinde yer etmişti. O uzun çizgilerden benim edebiyatla uğraşır, yazar, hasılı çalışır bir adam olduğum anlaşılırdı. Şimdi işsiz güçsüz zenginlere döndüm; ben kimim belli değil.

Ona sığındım mı, artık ne bir uşağın sakarlığından korkardım, ne de kendi sakarlığımdan; ateş sıçramış, su dökülmüş, aldırmazdım. Eski hırkamın dediği dedik efendisi idim; yenisinin kölesi oldum.

Altın postu bekleyen ejder benim kadar çekmemiştir. Beni tasadır aldı.

Sevdalı ihtiyarlar vardır; elleri, kolları bağlı, kendilerini bir deli kızın keyfine kaptırır da sonra sabahtan akşama kadar: <<Ah! nerede benim ihtiyar kalfacığım! Hangi şeytan dürttü de onu savdım, bunu getirdim!>> diyip diyip ağlar, içlerini çekerler.

Ben ağlamıyorum, içimi çekmiyorum ama ben de her an: <<Lanet olsun bayağı kumaşı kızıla boyayıp pahalandırmağı icadedene! Lanet olsun saygı ile giydiğim bu pahalı hırkaya! Nerede benim eski, gönülsüz, rahat hırkacığım!>> diyip duruyorum.

Eski dostlarınızı sakın bırakmayın, dostlarım. Zenginliğe ermekten korkun, dostlarım. Benim halimden ibret alın. Yoksulluğun kendine göre kayıtsızlıkları, bolluk içinde yaşamanın da sıkıntıları vardır.

Ah! Diogenes! sana üstadım derdim ama beni Aristippos'un ( Sokrates'in tilmizlerinden bir filozof; zevki ve keyfi övmüştür ) süslü püslü urbası ile bir görsen, kim bilir ne gülersin! Ah Aristippos! bu süslü püslü urba meğer ne bayağılıklara mal olmuş! Senin hep rahatını arayıp yüzsuyu dökerek kadıncasına yaşayışın nerede, paramparça elbiselere bürünmüş, dünyaya metelik vermez o usu bütün insanın başıboş, ruhu pek yaşaması nerede! Sultanı olduğum fıçıyı bıraktım da gittim, kendime zalim bir sultan edindim.

O kadarla kalsa, dostum! Dinleyin de bakın süse, ziynete düşmenin ne kötülükleri oluyor, bir sardı mı artık her şeye el uzatan süs hevesi insanın başına ne dertler açıyor.

Eski hırkam, düne kadar çevremi saran derme çatma eşyaya denkti. Bir hasır iskeml, tahta bir masa, İtalyan işi ucuz bir duvar halısı, üzerine birkaç kitap yerleştirilmiş çam bir raf, o halının üzerine köşelerinden iliştirilmiş çerçevesiz, isten kararmış birkaç basma resim, o resimlerin ortasında sarkan üç dört alçı kabartması eski hırkama uyuyordu da ortaya ahenkli bir yoksulluk çıkıyordu.

Şimdi bir şey bir şeyi tutmuyor. Ne uygunluk kaldı, ne birlik, ne de güzellik. Yeni tutulan tembel hizmetçi papazın evini ne hale kor, karısı ölmüş bir erkeğin evine giren kadın neler eder, azledilmiş nazırın yerine gelen yeni nazır nelere kalkar, akidelere sımsıkı bağlı bir piskoposun yerine hürriyet tanır bir piskopos geçince hükmü altındaki çevrede neler olur, bilirsiniz; benim evime çöken o kızıl belanın ettikleri yanında bunlar hiç kalır.

Bir köylü kadına ne kadar baksam tiksinmem. Başını örten o kaba beyaz bez parçası, yanakları üzerine darmadağın dökülmüş ve saçlar, vücudunu yarı kapatıp yarı çıplak bırakan o çaputlar, ancak dizlerine kadar inen dar, berbat fistan, o çamurlu, yalın ayaklar gözlerimi incitmez: bütün bunlar benim saygı ile andığım birtakım insanların halidir, benim acıdığım talihsiz sınıfın çektiği, kaçınamadığı mahrumiyetlerin sanki bir arada kendilerini göstermeleridir. Ama şu kötü kadın beni iğrendirir; geçtiği yerde bir lavanta kokusu kalıyormuş, ben gene ondan kaçar, başımı çeviririm: İngiliz tentenesi ile süslenmiş şapkası, yırtık kollukları, kirli ipek çorapları, yıpranmış ayakkabıları bana bugünün fıkaralığı ile dünün bolluk içindeki hayatını birleştirmiş halde gösterir.

Bir buyurdu mu, bir daha dönmiyen benim kızıl bela her şeyi kendine uydurmasaydı, benim evimin hali de işte ona dönecekti.

İtalyan işi halı ne zamandır asılı durduğu duvardan indi, yerini Şam işi perdelere bıraktı.

Hiç de değersiz olmıyan iki basma resim vardı: Poussin'in Çölde kudret yağmuru ile gene o ressamın Esther Assuerus'un karşısında adlı eserlerinden çıkarılmış iki resim; boynu bükük Esther'i, Rubens'in bir ihtiyarı hayasızca kovdu, Kudret helvası yağmuru'nu da Vernet'nin Fırtına'sı dindirdi.

Maroken bir koltuk gelip hasır iskemleyi sofaya sürdü.

Homeros, Vergillius, Horatius, Cicero, ağırlıkları altında eğilen çam rafı bu yükten kurtarıp bana değil, kendi şanlarına yakışan bir dolaba sığındılar.

Koca bir ayna gelip ocağın üstünü kaplayıverdi.

Falconet'nin kendi eli ile onarıp dostluğunu göstermek için bana verdiği iki güzel alçı kabartma kalktı, yerine çömelmiş bir Venüs geldi. Böylece, İlkçağ'ın tuncu zamanımız alçısını kırıverdi.

Tahta masa daha dayanıyordu; bir sürü küçük kitaplarla karmakarışık kağıtların altına saklanmış, başında dolaşan tehlikeyi bu sayede atlatacağa benziyordu. Kaderinde varmış, o da kurtulamadı; üşendim ama günün birinde o küçük kitaplarla kağıtlar kalkıp pahalı bir yazıhanenin çekmelerine yerleşiverdiler.

Ah! şu yakışır şu yakışmaz kavgası!... İnce, ama masrafına dayanılmaz duygu! her şeyi değiştiren, yerinden oynatan, yapan, yıkan, babaların keselerini boşaltıp kızları çeyizsiz, oğulları mektepsi bırakan, birçok güzel şeyler meydana getirip birçok da kötülükler edeni benim evimde tahta masanın yerine o başımın belası pahalı yazıhaneyi çıkaran sen: milletleri deviren sensin; benim eşyamın bir gün mezata çıkmasına, kısık sesli bir tellalın: <<Çömelmiş Venüs heykeli yirmi altın>> diye bağırmasına sebep belki de sen olacaksın.

Vernet'nin Fırtına'sı ile tam onun altına gelen yazıhane arasında göze gelen bir boşluk kalmıştı. Bu boşluğu da bir asma saat doldurdu. Hem de ne saat! Geoffrin'in (18. yüzyılın meşhur bayanlarından; salonunda filozoflar toplanırmış ) salonuna yakışır bir saat, altın yaldızla tuncun birbirine karıştığı bir asma saat...

Penceremin yanında açık bir köşe kalmıştı. O köşe de küçük bir yazı masası istermiş... İstediğine kavuştu.

Rubens'in çizdiği güzel ihtiyar başı ile küçük yazı masasının arasında da göze batan bir boşluk peyda oldu; orası da La Grenee'nin iki resmi ile dolduruldu.

Burada gene o ressamın bir Magdeleine'i, şurada ya Vien'inmiş, ya Machy'nin, bir resim taslağı; evet, ben artık taslak satın alma merakına da düştüm. Hakimin gönüllere fazilet aşılıyacak odası işte böyle değişti, değişti, işi gücü para olan bir adamın yüz kızartacak odasına dönüverdi. Milletin çektikleri düşünülürse, bu benimkisi hayasızlıktır.

Eski fıkaralık halimden kala kala bir kilim kaldı. Ne kötü kilim benim şimdiki  süsüme, ihtişamıma hiç uymuyor, biliyorum. Ama yemin ettim, gene de ediyorum, Denis hakimin ayakları hiçbir zaman Savonneire'den çıkma mükellef bir halıyı çiğnemiyecek, kulübesinden padişahının sarayına götürülen köylü nasıl çarıklarını bırakmışsa ben de o kilimi bırakmıyacağım. Sabahleyin arkamda şatafatlı kızıl hırkamla odama girdim mi, gözlerimi eğiyor, eski kilimimi görüyorum; o bana dün ne olduğunu hatırlatıyor da gurur gönlümün eşiğinde duruveriyor.

Hayır, dostum, hayır; ben kötüleşmedim. Derdi olan gelsin, görür ki kapım gene açılır, ben de gene halden anlarım. Söylesin, dinlerim, öğüt istiyorsa öğüt verir, yardım istiyorsa yardım eder, acınmak istiyorsa acırım. Yüreğim katılaşmadı, burdum havaya kalkmadı. Gene eskisi gibiyim; iyi, temiz insan. Özümle söxüm gene bir, duygularım gene o duygular. Benim süse, ziynete kapılmam daha yenidir, ağu daha iyice işlemedi. Ama zamanla ne olur, bilinmez. Karısı ile kızını unutan, borçlara giren, bir koca, bir baba olmaktan çıkan, ak akçeyi kesesinde sımsıkı saklıyacağına... Ne beklenir böyle adamdan?

Ey ulu peygamber! ellerini göğe kaldır da tehlikeye düşmüş bir dost için Tanrıya yalvar, de ki: <<Denis'in alnına gönlü zenginlikle kötüleşecek diye yazdınsa boz, taptığı güzel sanat eserlerini esirgeme; ateşine onları yak da Denis'i gene eskisi gibi fıkara et.>> Ben de derim ki: <<Ey Tanrı! ulu peygamberin ettiği duaya razıyım! Her şeyi bırakıyorum; hepsini al; evet, hepsini, yalnız Vernet'nin resmini alma. Bırak bana Vernet'nin Fırtına'sını. Onu yapan ressam değil, sensin. Hem dostluğun, hem de senin eserin olan o resme kıyma. Bak şu deniz fenerine; bak sağda, fenerin yanında yükselen kuleye; bak rüzgarların didiklediği şu ağaca. Bu kütle ne güzel! O karanlık kütlenin altında, bak şu yeşillikle örtülü şu kayalara. Senin kudretli elin onlara o biçimi vermiş; elindeki rahmet onları öyle kaplamış. Kayaların dibinden denize doğru inen şu tümsekli çukurlu toğrağa bak. Dünyadaki en sağlam şeyleri bile zaman senin izninle nasıl aşındırır, nasıl yıkar, onu göstermiyor mu? Güneşin onu başka türlü mü aydınlatmıştı? Tanrı'm bu sanat eserini yok edersen sonra kıskançtır derler. Şu sahile dökülmüş zavallılara acı. Onlara uçurumlarının dibini gösterdin, yetmez mi? onları kurtarman gene perişan edeyim diye miydi? Bak, şu adam sana hamdediyor, dinle onun duasını. Malından kalmış üç beş parçayı bulup toplamağa çalışan şu adama yardım et. Şu çılgının beddualarına aldırma: biçare! evine hayırlısiyle döneceğini ummuştu; kazanacağını kazanmış, artık işten çekilmeği, dinlemeği kuruyordu; bir daha yola çıkmayacakmış. Yolda belki yüz kere parasının ne tuttuğunu parmaklariyle hesabetmişti; onu nasıl kullanacağını tasarlamıştı: bütün umdukları boşa çıktı; şimdi çıplak vücudunu örtecek birkaç şeyi var, yok. Şu karı kocanın şefkati seni merhamete getirmiyor mu? Bak, bu kadıncağızın gönlünde ne korku uyandırmışsın. Daha büyük bir ceza etmedin diye sana hamdediyor. Bak, çocuğu senin buyruğunla kendisinin de, babasiyle anasının da geçirdikleri tehlikenin ne tehlike olduğunun farkında değil; yolda hiç yanından ayrılmayan arkadaşiyle uğraşiyor, köpeğinin tasmasını takıyor. Bağışla o masumu. Kocasiyle beraber denizden daha yeni kurtulmuş şu kadıncağıza bak; kendisi için değil, evladı için korkup titredi. Bak onu bağrında nasıl sıkıyor, nasıl öpüyor. Tanrı'm! bu sularda senin kulundur. Nefesinle çoştukları vakit de elinle yatıştıkları vakit de senin kulundur. Öyle dilediğin için toplayıp gene öyle dilediğin için dağıttığın bu kara bulutlar da senin kulundur. Bak, artık ayrılıyor, uzaklaşıyorlar; gün ışığı sular üzerinde yeniden doğuyor; kızıllaşan ufuk havanın düzeleceğini müjdeliyor. Ufuk ne kadar uzak! denizle hiç birleşmiyor. Gök aşağılara iniyor, sanki arzın çevresinde dönüyor. Bu göğü artık iyice aydınlat, denizi iyice yatıştır. Bırak, gemiciler karaya vuran gemilerini gene yüzdürsünler; işlerinde onlara yardım et; onların kollarına kuvvet ver, bana da bırak resmini kendine mağrur adamı cezalandıracağın değnek diye bırak onu bana. Artık gelenler beni görmeğe, beni dinlemeğe değili benim evimde Vernet'ye hayran olmağa geliyorlar. Ressam. Ressam hakimin burnunu kırdı.>>

Ey benim dostum! Vernet'nin bendeki resmi ne de güzel! Konusu, pek büyük bir felakete varmadan biten bir deniz fırtınası. Dalgalar, daha çoşkun; gök hala bulutlarla örtülü; gemiciler karaya oturan gemileri ile uğraşıyor, yerliler çevredeki dağlardan koşup geliyor. Bu ressam ne akıllı fikirli insan! Seçtiği anı gösterebilmek işçin, en önemli birkaç yüz çizivermek ona yetmiş. Bu sahne ne kadar doğru! Her şey ne kadar da canlılıkla, kolaylıkla, kuvvetle gösterilmiş! Bana dostluğundan verdiği bu resmi saklamak istiyorum. Damadım da onu çocuklarına, onlar da kendi çocuklarına, sonra onlar da gene kendi çocuklarına versinler.

O resimde ne ahenkli bir bütünlük var, bir görseniz! Her şeyi birbirine uygun; her parçanın tesiri, biribirikinden doğuyor; her şey sıkıntısızca, gösterişsizce değerini meydana çıkarıyor; sağdaki şu dağlar ne de dumanlı! şu kayalar, kabarık binalar ne kadar güze! Şu ağaç ne de görülecek şey! Şu toprak ne iyi aydınlatılmış! ışık orada perde perde ne güzel azalıyor! bütün bu yüzler, doğru, hareket halinde, tabii, canlı yüzler ne ustalıkla dizilmiş ünlem! insanda hemen ilgi uyandırıyor; ne kuvvetle çizilmiş; resmin zemini üzerinde ne de güzel cisimleniyorlar! Bakın! şu uçsuz bucaksız genişliğe, şu suların gerçekliğine; şu bulutlar, şu gök, şu ufuk! Şurada, çoğu ressamların yaptığının tersine olarak, dip karanlık bırakılmış, ön taraf aydınlatılmış, gelin de görün benim Vernet'mi; ama elimden almayın.

Zamanla borçlar ödenir; vicdan azabı diner; gene saf bir hazza ererim. Korkmayın, böyle güzel şeyler biriktirmek hevesi beni büsbütün kavramaz. Eski dostlarım oldukları gibi duruyor; sayıları da artmadı. Ben Lais'i ( İlkçağın ünlü bir kötüsü. Diderot, Vernet'nin resmini o güzel kadına benzetiyor ) elde ettim ama Lais beni elde edemedi. Onun kolları arasında bahtiyarım ama benim seveceğim, onun benden daha bahtiyar kılacağı biri bulunursa, veririm. Gelin de kulağınıza bir şey söyleyim: kendini başkalarına pek pahalıya mal eden bu Lais bana bedavadan geldi.

Denis Diderot


3 Ocak 2020 Cuma

Demiurgos'un Mülkü #1: İyilik ve Kötülüğün Metafizik Kökeni Üzerine

Demiurgos*

''İnsanların kafalarını daima meşgul etmiş olan sorunlar vardır. Ancak, bunların içinde, genel olarak çözümü en zor olanı muhtemelen filozofların çoğunun ve özellikle ilahiyatçıların karşısına aşılmaz bir engel gibi çıkan Kötülüğün kökeni sorunudur: Si Deus est, unde Malum? Si non est, unde Bonum(1) Yaratmayı Tanrı'nın doğrudan edimi olarak gören ve bu nedenle O'nu iyilik ile kötülüğün sorumlusu olarak kabul etmek zorunda kalanlar için bu ikilem çözümsüzdür. Ancak, şayet varlıklar Kötülük ile İyilik arasında seçim yapabiliyorlarsa bu, İyilik ile Kötülük, zaten genel olarak var demektir ve şayet varlıklar, her zaman İyiliğe yönelik iken kimi kez de Kötülüğe yönelebiliyorlarsa bu onların mükemmel olmadıkları anlamına gelir: O halde, Tanrı madem mükemmeldir, nasıl olmuş da mükemmel olmayan varlıklar yaratabilmiştir?

Mükemmel olandan mükemmel olmayanın çıkmayacağı açıktır. Zira, bunun mümkün olması için Mükemmel'in mükemmel olmayanı ilkesel olarak içermesi gerekir ki o zaman da o, Mükemmel olamaz. Dolayısıyla, Mükemmel'den mükemmel olmayan (bir şey) çıkamaz; o halde, o ancak ''hiç (ex nihilo)''ten yaratılıştan hasıl olabilir. Fakat, bir şeyin ''hiç''ten gelebileceği ya da başka bir deyişle, hiçbir ilkesi olmayan bir şeyin var olabileceği nasıl kabul edilebilir? Zaten ex nihilo yaratılışı kabul etmek yaratılmış olan varlıkların sonunda yok olacaklarını kabul etmek olur, zira bir başlangıcı olmuş olanın bir sonunun da olması gerekir ve hiçbir şey, böyle bir varsayımda ölümsüzlükten söz etmekten daha mantıksız değildir. Ancak, yaratılışın böyle kavranılması (zaten) bir saçmalıktır, zira böyle bir şey aklı başında olan hiç kimsenin reddemeyeceği nedensellik ilkesine ters düşer ve Lükres ile birlikte Ex nihilo nihil, ad nihilum nil posse reverti (2) diyebiliriz.

İlkesi olmayan hiçbir şey var olamaz, ancak bu ilke nedir? Ve gerçekte tüm şeylerin yalnızca bir tek ilkesi mi vardır? Evrenin bütünselliğinin, her şeyi içerdiği çok açıktır, zira tüm parçalar ''Bütün'' de içerilir. Öte yandan, Bütün zorunlu olarak sınırsızdır, zira sınırlı olduğu varsayılırsa bu sınırın ötesinde bulunan (bir şey) Bütün'de bulunmamış olur, dolayısıyla böyle bir varsayım saçmadır. Sınırı olmayana Sonsuz denilebilir ve her şeyi içerdiğine göre, bu Sonsuz her şeyin ilkesidir. Zaten Sonsuz zorunlu olarak bir tanedir, zira birbiriyle özdeş olmayan iki Sonsuz birbirini olumsuzlar; doğduğu ve bu İlke'nin de -Sonsuz olan zorunlu olarak Mükemmel olacağından- Mükemmel (le Parfait) olduğu sonucu çıkar.

Dolayısıyla, Mükemmel olan yüce İlke'dir, ilk Neden'dir; o her şeyi bilkuvve içerir ve her şeyi o yaratmıştır; fakat madem ki sadece bir tek İlke vardır, alışılagelmiş olarak Evren'de Madde, İyi ve Kötü gibi tüm zıtlıklar ne olacaktır? Burada en başta sorulmuş olan soru ile (mükemmel olan Tanrı'nın nasıl olup da mükemmel olmayan varlıklar yarattığı sorusuyla) karşı karşıya bulunuyoruz ve bu soruyu şimdi daha genel bir tarzda ifade edebiliriz: Nasıl olmuş da Birlik (Unite) İkiliği üretebilmiştir?




    
Bazıları -birbirine zıt olan- iki ayrı ilkenin varlığını kabul etmek gerektiğini zannetmişlerdir; ancak daha önce söylemiş olduğumuz husus bu varsayımın bir kenara atılmasını sağlar. Aslında, böyle iki ilke var olduğunda bunların ikisi birden sonsuz olamaz, zira o zaman ya birbirini olumsuzlar ya da birbirleriyle özdeş olurlar. Şayet sadece biri sonsuz olursa o (sonsuz olan) diğerinin ilkesi olur; nihayet, şayet ikisi de sonlu olurlarsa o zaman da gerçek ilkeler olamazlar, zira sonlu olan her şeyin -kronolojik olarak değilse bile mantıksal olarak- bir başlangıcı vardır. Dolayısıyla, bu sonuncu durumda, -sonlu olmaları nedeniyle- her ikisinin de sonsuz olan ortak bir ilkeden gelmeleri gerekir ve böylece tek bir İlke'nin var olduğu hususuna gelmiş oluyoruz. Zaten, alışılagelmiş olarak, ikilikçi (dualiste) oldukları kabul edilen pek çok öğreti aslında sadece görünüşte öyledirler. Zerdüşt dininde olduğu gibi Makeizm'de de ikilikçi -gerçek bâtıni (êsotêrique) Birlik öğretisini örten- salt zahirî (exotêrique) bir öğretiydi: Ahuramazda ve Ehrimen, her ikisi de Zervane-Akerene tarafından meydana getirilmişlerdi ve zamanında hitamında onunla kaynaşacaklardı.

Dolayısıyla, ikilik zorunlu olarak Birlik'ten ürer, zira kendi başına var olamaz ancak ikilik nasıl üretilebiliyor? Bunu anlayabilmek için, ilk önce, ikiliği en az özelleşmiş veçhesiyle yani ''Var Olan'' ve ''Var olmayan'' zıtlığı açısından ele almamız gerekiyor; her ikisi de zorunlu olarak ''Mükemmel''de içerildiklerine göre, öncelikle bu zıtlığın ancak zahiren var olabileceği açıktır. Dolayısıyla, yalnızca ayrımdan (distinction) söz etmek daha yerinde olur. Fakat bu ayrım nedir? Gerçekte bizden bağımsız olarak bir ayrımlanma var mıdır ya da bu ayrım sadece bizim eşyaya bakış tarzımızın bir sonucu mudur?





Şayet, ''Var olmayan''dan (Non-Etre) sadece ''hiçlik'' anlaşılıyorsa ondan söz etmek boşunadır, zira ''hiç'' olan bir şey hakkında ne söylenebilir. Ancak, ''Var Olmayan'' var olmak imkânı olarak kavranılırsa iş tamamen değişir. O zaman Varlık -bu şekilde kavranılan- ''Var Olmayan''ın tezahürü olur ve ''Var Olmayan'' ile ''Var Olan'' arasındaki bağıntı tezahür etmemiş olan ile tezahür etmiş olan arasındaki ve tezahür etmemiş olanın -ilkesi olduğu- tezahür etmiş olandan yüksek olduğu söylenebilir. Zira o tüm tezahür etmiş olanı ve ona ilaveten tezahür etmeyeni ve de hiçbir zaman etmemiş ve etmeyecek olanı da, kuvve halinde içerir. Aynı zamanda, burada gerçek bir ayrımdan söz etmenin mümkün olmadığı da görülmektedir, zira tezahür etmiş olan ''tezahür etmemiş olan''da ilke olarak içerilir. Ancak, ''tezahür etmemiş olan''ı doğrudan kavrayamayız, onu ancak ''tezahür etmiş olan'' vasıtasıyla kavrayabiliriz. Dolayısıyla bizim için bu ayrım vardır, fakat sadece bizim için vardır.

Var Olan (Etre) ve Var Olmayan (Non-Etre)'' şeklindeki İkilik için bu böyle olunca, ikiliğin tüm diğer veçheleri için de bunun haydi haydi böyle olması gerekmektedir. Özellikle modern zamanlarda pek çok felsefi sistemin -sarsılmaz bir temelmişçesine- üzerine bina etmiş olduğu Ruh ve Madde ayrımının ne denli yanılgısal olduğu daha buradan bile görünmektedir. Bu ayrımlama olmadığında tüm bu sistemlerden geriye hiçbir şey kalmaz. Üstelik, yeri gelmişken şunu da belirtelim ki, ikilik ''üçlük''süz olamaz, zira şayet yüce İlke, farklılaştığında -aslında, sadece bizim onları değerlendiriş tarzımızdan dolayı ayrı olan- iki ögenin oluşumuna yol açıyorsa bu iki öge ve bunların ortak İlkeleri bir ''üçlü'' (ternaire) oluştururlar. Öyle ki, gerçekte, asıl Birlik'in ilk farklılaşmasından doğrudan oluşan ''üçlük''tür yoksa ''ikilik'' değildir.

Şimdi, yine ''ikilik''in özel bir veçhesinden başka bir şey olamayan, İyi ile Kötü ayrımına dönelim. İyi ile Kötü karşılaştırıldıklarında, genel olarak İyi Mükemmellik ile ya da, en azından, daha aşağı bir derecede olup da mükemmelliğe yönelik olmak ile bağıntılandırılır; Kötü ise mükemmel olmayandan başka bir şey değildir. Fakat ''mükemmel olmayan'' Mükemmel'e nasıl zıt olabilir? Mükemmel'in her şeyin İlkesi olduğunu ve öte yandan, Mükemmel'in mükemmel olmayanı üretemeyeceğini -dolayısıyla mükemmel olmayanın aslında var olmadığını ya da olsa olsa yalnızca ''bütün Mükemmel''in (Perfection totale) oluşturucu bir ögesi olarak var olabileceğini gördük. Fakat böyle olduğuna göre, o aslında, ''mükemmel olmayan'' olamaz ve bizim ''mükemmel olmayan'' olarak adlandırdığımız sadece görelilik (nisbiyet)tir. Böylece, bizim yanılgı olarak adlandırdığımız şey sadece nispi gerçekliktir, zira tüm yanılgılar bütünsel ''Hakikat''ta zorunlu olarak içerilirler. Böyle olmazsa bütünsel ''Hakikat'' -kendisinin dışında olan bir şey tarafından sınırlanmış olacağından dolayı- mükemmel olamaz, bu da onun Hakikat olmamasıyla eş anlamlıdır. Dolayısıyla yanılgılar ya da daha çok nispi hakikatler, bütünsel Hakikat'in parçalarıdırlar. Dolayısıyla nispiliğe yol açan şey parçalanmadır ve bu nedenle, nispilik gerçekten mükemmel olmamanın eş anlamlısı olsaydı parçalanmanın Kötülüğün nedeni olduğu söylenebilirdi; fakat Kötülük ancak İyilikten ayrımlandığı için Kötülüktür.

Şayet Mükemmel (Parfait), İyilik (Bien) olarak adlandırılırsa nispi olan hiçbir biçimde (İyilikten) ayrımlanmaz zira o, ''Mükemmel''de ilke olarak içerilir. Dolayısıyla külli açıdan, Kötülük yoktur. O'nun varlığı, sadece tüm şeyleri -onları (Mükemmel'in kendisi olan) ortak İlke'lerinden ayırarak parça halinde alıp, onlara bu ortak İlke'de içerilirlermişçesine bireştirici (synthêtique) bir açıdan değil de analitik açıdan bakıldığında var olacaktır. Mükemmel olmayan böyle (analitik bakışın sonucu olarak) ortaya çıkmıştır. Kötü'nün İyi'den ayrımlanmasıyla -bu ayrımlanmanın sonucu olarak- ikisi de yaratılmış olmaktadır. Zira İyi ile Kötü ancak bunlar birbirine zıt olarak kavranıldıklarında gerçektirler ve hiç Kötülük olmazsa sözcüğün olağan anlamında, İyilikten de söz etmeye gerek kalmaz, sadece Mükemmellik söz konusu olur. Dolayısıyla, İyi ile Kötü'yü yaratan ve eşyaya parçasal açıdan bakarak onlarda Birlik'in yerine Çokluk'u (Multiplicitê) gören ve böylece iktidarına tâbi olan varlıkları bölünmüşlük ve karışıklık alanı içine kapatan bu kaçınılmaz İkilik (Dualitê) yanılgısıdır. Söz konusu alan ise Demiurgos'un Mülkü'dür (l'Empire du Dêmiurge)


Kaynak: Kadim Bilimler ve Bazı Modern Yanılgılar, Renê Guênon (İnsan Yay.)

* Bu makale, Renê Guênon'un yazdığı ilk yazısı olmasa da en azından yayımladığı ilk yazıdır. Makale, La Gnose dergisinin ilk sayısından Kasım 1909'da yayımlanmıştır.

(1) ''Eğer Tanrı varsa kötülük nereden gelir? Yoksa iyilik nereden gelir?''

(2) ''Hiçlikten hiçbir şey meydana gelmez ve hiçbir şey hiçliğe dönüşmez.''