16 Haziran 2020 Salı

Julius Evola, Modern Dünyaya Başkaldırı: Fizik - Metafizik Âlem, Kaybolan İlke


İLKE

Tradisyonel zihniyeti olduğu kadar, onun olumsuzlanması olarak modern uygarlığı da yeterince anlayabilmek için (biri fizik, diğeri metafizik) iki âlemin varlığına ilişkin temel öğretiden yola çıkmak gerekir.

Biri fizik, diğeri metafizik olmak üzere iki kademe vardır. Bir ölümlü âlem vardır, bir de ölümsüzlerin âlemi. Bir yüce varlıklar âlemi vardır, bir de ''yaratılmış''ın aşağı âlemi. Daha genel bir ifadeyle: bir görünen, elle tutulan vardır, bir de, bunun önünde ve sonunda (ezel'de ve ebed'de) görünmeyen, dokunulamayan bir öte âlem (supra monde), bir gerçek yaşam ve ilke vardır.

Doğuda olsun, Batı'da olsun dünyanın tüm tradisyonlarında bu öğreti ya da bilgide ifade edilen gerçeklik, şu ya da bu biçimde, daima, her şeyin onun etrafında hiyerarşik olarak örgenleştiği bir eksen oluşturur.

Bu bir ''kuram'' değil; bir bilgidir. Bugün gerçek olarak kabul edilen, içinde bulunduğumuzdan çok daha engin bir âlemin var oluşu gerçekliğinin --modern dünya her ne kadar bunu kabul etmekte güçlük çekiyorsa da-- kadim insanlarca çok öncelerden bilindiğini kabul etmek gerekir. Bugün temelde, uzaya ve zamana bağımlı nesnelerin ötesinde bir gerçeklik kabul edilmiyor. Ancak, kuşkusuz gözle, görülen elle tutulanın ötesinde bir şeylerin varlığını kabul edenler hala varsa da, gerçekte, bu bir hipotez, bilimsel varsayım, spekülatif düşünce ya da dinsel dogma olmaktan öteye gitmiyor: doğrudan deneyime dayalı olması açısından --''maddeci'' görüşlerinden ne denli farklı ''maneviyatçı'' görüşlere sahip olsa da-- normal modern insanın gerçeklik imgesi nesneler dünyasıyla sınırlıdır.

Modernleri maddeciliğe yönelten gerçek neden bu sınırlılıktır (ya da bu gerçeklik yargısıdır). Diğer tüm felsefi ya da bilimsel yorumlamalar bu yargıya dayalı, ikinci plandaki olgulardır. Birinci plandaki bu yargılama bir görüş ya da kuram değildir: Tüm algılama deneyimleri nesnelerden öteye gitmeyen bir insan tipinin gerçekliğidir. Bu nedenledir ki; ''maddeci'' görüşlere karşı çağdaş entelektüel tepkiler --kuramsal düzeyden apayrı bir düzeydeki derin, köklü nedenlerin bu nihaî sonucu karşısında-- çoğunlukla etkisiz kalmaya mahkumdur. Kadim insanın, izleri bugün bile bazı ''ilkel'' olarak nitelenen toplumlarda görülen deneyimi böyle bir sınırlamadan çok uzaktı.

O zamanlar, ''görünmeyen'' âlem fiziksel algılama konusu olan nesneler kadar ve hatta daha da fazla gerçekti ve bireysel ya da kollektif tüm yaşam biçimlerinde son derece etkindi. Bugün gerçeklik olarak nitelenenin o zamanki kapsamı bugünkünden çok daha genişti, öyle ki görünmeyen ''doğa-üstü'' olarak nitelendirilmiyordu. ''Doğa'' mefhumu sadece --dünyevi, maddeci bilimin üzerinde yoğunlaştığı-- görünür biçimlerin, nesneleri değil, esas olarak, görünmez gerçekliğin bir bölümünü de içeriyordu. Her tür karanlık ve muğlak formların --şeytani doğa ruhunun, onun tüm form ve enerjilerinin esas alt-katmanının (ya da özünün)-- bulunduğu bir aşağı âlem ve, onun karşıtı, daha yüksek --mantık ötesi, göksel bir aydınlığın (bilgeliğin) egemen olduğu-- bir âlem çok güçlü bir biçimde duyumsanıyordu. Ancak, tradisyonel görüşte, doğmak ve ölmek kaderine, faniliğe, aşağı düzeye özgü dünyevi güçlere ve değişime mahkum olan insana özgü her şey de doğanın parçası olarak kabul ediliyordu.

Beşerin, arınarak Yüce'nin rızasını kazanıp, gerçek tradisyonel uygarlıkların özünü ve hedefini oluşturan, beşer-dışı (ya da beşer-üstü) niteliklere ulaşabileceği kabul ediliyorsa da, tanım itibarıyla, gerçek (yüce) ''varoluş'' düzeyi geçici, sonlu (fani) koşullar ve beşeri durumlardan tamamen ayrıdır: ''Beşeri olan ile Tanrısal olan farklıdır.''

(Gerçek) Varlık dünyası ve oluşum dünyası --nesneler, şeytanlar ve beşer Bu ili âleme ilişkin tüm-- yıldızlara değin, mitolojik, tasavvufî ya da dinî-- figürasyonlarda tradisyonel insanın, dışsallığına ilaveten, bir ikinci hali olarak içselliğin ve içsel bir deneyimle ya da içsel bir deneyimin sezgisiyle çözümlenmesi gereken asli (hypostatique) simgenin varlığı ifade edilir. Bu bağlamda, hindu tradisyonunda ve özellikle Budizmde, samsara --aşağı dünyanın bütün formlarına egemen olup dönüştüren bir güç (akım)-- mefhumuyla, kör hırslarına, gafletin dünyasının karşıtı olan bir yaşama işaret edilir. Yine, bu bağlamda, Helenizmde, doğa'nın sonsuzluğadek, sürekli akıp giden bir ''kendi dışında ilke ve edimi olan''dan ebedi yoksunluğu sık sık vurgulanır ve doğa, bir öz'den, asıl'dan sürekli ve köklü bir biçimde ayrılmışlıkla suçlanır.

Bu tradisyonlarda madde ve oluşum'un, bir varlıkta önüne geçilemez bir belirsizlik, bir kök nefis (necessite obscure), bir tekâmüle --Doğuluların dharma dedikleri-- bir yasaya uyabilmekte acizlik oluşturdukları kabul edilir. Ve bağışlanmamış (suçlu) doğa'nın temelini tamahkârlık (cupiditas) ve hırsın (appetitus innatus) oluşturduğunu öne süren skolastik de benzeri fikirlere sahiptir. Dolayısıyla, tradisyon adamı, varlığı ve ağır suçu karanlığa gömen (gözden uzaklaştıran) bu bitmek (ya da doymak) bilmez kendini kanıtlama deneyiminde --aşağı düzeyin sürekli dengesizliği ve sıradan karakteri gibi-- sürekli bir oluşum (ya da değişim) içindeki kozmik-simgesel bir maddeselleşme olarak beliren bu varoluş biçiminin sırrını, şu ya da bu biçimde, keşfetmişti.

Kendine sahip olup bir düzene girerek kendini tamamlamak ve kanıtlamak için arayışlara yönelmeyen, dışa ve çeşitlilik (kesret) âlemine, sürükleyici ihtiyaç ve güdülerin etkisi altına girmeyen bir yaşamın ilkesini kendine egemen kılarak --tek kelimeyle çileciliği (ascese) deneyimleyerek-- tradisyonlard güneş, ışık, ateş, adalar, Uran diyarı, yüce dağlar gibi simge ve figürasyonlarla ifade edilmiş olan, öteki âlemi, artık fizik değil de fizik-ötesi olanı --hiç uyumayan, sürekli faal olan entelektüel doğa'nın-- (gerçek) ''Varlık'' âlemini anlayabilmek imkânına erişilebilir.

''İki âlem'' böyledir. Ve her birinin (kendine özgü) bir doğası vardır, ve birinden diğerine geçilir. Nitekim ''İnsan ölümlü bir Tanrıdır, Tanrı ölümsüz bir insandır.'' denilmiştir.(1)

Tradisyon âlemi varoluşun bu iki kutbunu ve birinden diğerine götüren yolları biliyordu. Dolayısıyla, görünür olduğu kadar görünmez olan, beşeri olduğu kadar beşer-altı ve şeytanî olan tüm formlarıyla, (bu) dünyanın ötesinde bir ''öte-dünya''nın var olduğunu --ve bunlardan birinin ''düşüş'', diğerinin ise (o düşüş olan) birinciden ''kurtuluş'' olduğunu-- biliyordu. Manevîyatı yaşamın olduğu kadar ölümün de ötesinde olan bir şey olarak kavramıştı. Dış dünyanın, ''dünyevî yaşamın'' beşeri bağlardan kurtararak öte âleme, ''üstün yaşam''a yaklaştırıcı, ulaştırıcı bir vasıta oluşturmadıkça bir hiç olduğunu biliyordu. Varoluşun, yukarıdan gelen ve yine yukarıya yönelik olan yüce ilkesine hizmet etmedikçe her otoritenin yanlış olduğunu, her kurumsallığın boş ve geçici olduğunu, her yasanın cebri ve adaletsiz olduğunu biliyordu. Tradisyon âlemi kutsal hükümranlığı yaşamıştı. Yüceltici edimi: inisiyasyonu --ermenin iki yüce yolunu: Kahramanlığı ve Temaşayı-- şefaati: Töreyi ve Sadakati --büyük yol göstericiyi: Tradisyonel Yasayı, Kast'ı-- dünyevi simgeyi: İmparatorluğu biliyordu.

Tradisyonel uygarlığın ve hiyerarşinin bu temelleri modern ''beşerî'' uygarlık tarafından tamamen tahrip edildi.



(1): Heraclite (Diels, 62. parça) Corpus Hermeticum, XII, I.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder