5 Ocak 2020 Pazar

Epikuros, Menoikeus'a Mektup

*Bu yazı TERCÜME dergisinin 1958 yılında yayınlanmış 62. sayısından alınmıştır.
*Günümüzde değişime uğramış kelimeler ve işaretler aynen aktarılmıştır; metin içi bir düzenleme yapılmamıştır.






Epikuros Menoikeus'a selam eder.

Bir insan ne genç olduğu için felsefe ile uğraşmayı geciktirmelidir, ne de ihtiyar olduğu için felsefeden usanmalıdır. Zira ruhun sıhhati bahis mevzuu olduğu zaman hiç kimse için vakit henüz erken veya geç değildir. Felsefe ile meşgul olma zamanının <henüz> gelmediğini veya artık geçmiş olduğunu söylemek, mesut olmanın zamanı henüz gelmedi veya artık geçti demekten farksızdır. Şu halde genç de, ihtiyar da felsefe ile meşgul olmalıdır; biri, ihtiyar yaşına rağmen, geçmiş günlerin cazip hatıralarının verdiği saadetle gençleşsin diye; öbürü  ise genç olmakla beraber, geleceğe korkusuzca bakabildiği için yaşlı bir insan gibi olabilsin diye. Saadeti yaratan şeylerle insan meşgul olmalıdır, çünkü saadet mevcut olduğu zaman her şeyimiz tamamdır; fakat olmadığı zaman onu elde etmek için elimizden geleni yaparız.

Sana her zaman neleri tavsiye ediyorsam, onları yap, onlarla meşgul ol: şunu nazarı itibara al ki bunlar mesut yaşamanın temel unsurlarıdır. Her şeyden evvel, tanrı hakkındaki umumi telakkinin insanın zihnine işlemiş olduğu gibi, tanrının ölümsüz ve bahtiyar bir varlık olduğuna inan ve onun ölümsüzlük vasfına yabancı olacak, bahtiyarlık vasfına uymıyacak hiçbit şeyi ona izafe ve isnat etme; fakat bahtiyarlığı ile ölmezliğini temin edebilen her şeyi hakkında düşünebilirsin. Zira tanrılar mevcuttur: onları biz gayret vazıh bir şekilde tanıyoruz. Ancak onlar ekseriyetin telakki ettiği gibi değildirler, çünkü ekseriyet onları telakkisine uygun olarak düşünmez; dolayısı ile dinsiz olan, ekseriyetin tanrılarını ortadan kaldıran değil, tanrılara ekseriyetin düşündüklerini izafe ve isnat eden insandır. Çünkü ekseriyetin tanrılar hakkında ileri sürdüğü iddialar hisler yolu ile elde edilen bir takım mefhumlar değil, sadece yanlış faraziyelerdir. Bu yüzden en büyük zararların kötülere ve en büyük faydaların <iyilere> nasip olması tanrıların marifetidir. Zira iyiler kendi faziletleri ile tanrılara yakınlık duydukları için, kendilerine benzer olan tanrıları kabul ederler, aynı mahiyette olmıyana ise yabancı nazarı ile bakarlar.

Ölümün bizim için hiçbir şey olmadığı fikrine alış, çünkü iyilikte dediğin, kötülük dediğin histen ibarettir; ölüm ise histen mahrumiyettir. Bunun içindir ki, ölümün bizim için hiçbir şey olmadığı fikri, bu doğru fikir, ölümlü dünyayı bize sevimli kılar, çünkü ona sonsuz bir zaman ilave etmese de, ölümsüzlük hasretini ortadan kaldırır. Nitekim yaşamamakta korkulacak hiçbir şey olmadığını içten kavramış olan bir insan için hayatta korkulacak bir şey yoktur. Öyle ki, vukubulduğu zaman insana fenalığı dokunmıyan bir şeyi endişe içinde beklemek boş yere üzülmektir. Şu halde fenalıkların en dehşet verici olan ölüm bizim için bir şey değildir, çünkü biz varken ölüm yoktur, ölüm geldiği zaman ise, biz yokuz. İmdi ölüm ne yaşıyanları alakadar eder,  ne de ölenleri, çünkü yaşıyanlar için mevcut değildir, ölenlerin ise kendileri artık mevcut değildirler.

Fakat ekseriyet ölümden bazen en büyük fenalık imiş gibi kaçar, bazen de onu hayattaki <fenalıkların> sonu olarak özler. Halbuki hakim ne hayattan kurtulmak ister, ne de hayatta olmamaktan korkar; zira ne hayat onun için bir yük teşkil eder, ne de hayatta olmamayı bir fenalık telakki eder. Nasıl gıda hususunda bol olanı değil de, en lezzetli olanı seçerse, aynı şekilde ömrün en uzun olanına değil en zevklisine göz koyar.

Gence iyi yaşamayı, ihtiyara ise iyi ölmeyi tavsiye edene gelince, o budalanın biridir, çünkü hayatın arzu edilir bir şey olması bir tana, iyi yaşamakla iyi ölmek aynı davadır. Doğmamak iyidir, doğdun mu da bir an evvel Hades'in kapısını aşmalısın, diyen daha da beterdir. Zira inanıyor da böyle söylüyorsa, niçin hayatı terk etmiyor? Kati kararını vermiş bir adam için bu gayet kolay bir iştir. Yok, latife olsun diye bunu söylüyorsa, mevzuun kaldırmıyacağı bir hafiflik gösteriyor demektir.

Şunu da aklımıza koymalıyız ki, istikbal ne bizimdir, ne de büsbütün bizim değildir; böylece ne geleceğine muhakkak nazarı ile bakmalıyız, ne de katiyyen gelmiyecek diye ümidimizi kesmeliyiz.

Mülahaza edilmelidir ki, arzularımızdan bir kısmı tabiidir, bir kısmı ise fuzulidir; tabii olanlardan da bir kısmı zaruri, bir kısmı da sadece zaruridir. Zaruri olanların ise bir kısmı saadet için zaruridir, bir kısmı da vücudun huzuru için, düğer kısmı da doğrudan doğruya hayat için. Bu hususları doğru bir şekilde kavramakla her tercihi ve her reddi vücudun sıhhatine ve <ruhun> sükunetine yöneltebiliriz, çünkü saadet içinde yaşamanın gayesi budur. Nitekim biz de yaparsak hep bu uğurda yaparız, yani acı duymamak ve manen sarsılmamak isteriz. Bir defa da buna erdik mi, ruhumuzdaki her fırtına diner, çünkü varlığımızın noksan olan bir şeye doğru atılması ve ruhun iyiliğini, vücudun iyiliğini tamamlıyacak başka bir şey araması artık bahis mevzuu değildir. Gerçekten de zevk ihtiyacını biz, zevkin mevcut olmaması dolayısı ile acı duyduğumuz zaman duyarız; <fakat acı duymadık mı> artık zevke de muhtaç değili. İşte bunun içindir ki. zevk, saadet içinde yaşamanın başlangıcı ve sonudur, diyoruz. Nitekim ilk ve fıtri olarak bi onu kabul ediyoruz; ve her tercihi, her reddi zevkten başaltıyor, her türlü iyilik hakkında hüküm vermek hissi ölçü tutarak, onları tekrar zevke vardırıyoruz.

İşte ilk ve fıtri iyilik bu olduğu içindir ki, biz her türlü zevkin peşinden koşmayız, bilakis bazen, şayet bizim için fazlaca bir dert kaynağı olacak ise, birçok zevklerden vazgeçeriz; ve, şayet uzunca bir zaman acılar içinde kaldıktan sonra, bize o acılardan daha büyük bir zevk nasip olacaksa, birçok acıları zevklerden üstün tutarız. Her zevk öz tabiatı dolayısı ile bir iyiliktir, fakat hepsi de seçilmeye layık değildir; nasıl ki her acı bir fenalıktır; fakat hepsi de reddedilecek mahiyette değildir. Bütün bunlar hakkında karşılıklı mukayese yolu ve faydalarının, zararlarının mülahazası yolu ile hüküm vermek yerinde olur. Nitekim zaman olur ki iyiliğe kötülük, kötülüğe de aksine, iyilik nazarı ile bakarız.

Arzulardan azade olmayı da biz büyük bir iyilik telakki ederiz; daima ala iktifa edelim diye değil, fakat şayet bolluk içinde değilsek, az iktifa etmesini bilelim diye; çünkü şuna samimi olarak inanmalıyız ki, sefahati en az arıyanlar sefahatten en büyük zevki çıkarırlar ve tabii olan her şeyin kolayca tedarik edilmesine mukabil, fuzuli olan güçlükle elde edilir. Zaruretin sebep olduğu acıyı geçirirse, basit bir yemek zengin bir sofra kadar zevk verir; aç olduğumuz zaman ağzımıza getirirsek, ekmekle su bize zevklerin en büyüğünü tattırır. Zengin değil, basit bir gıda tarzına alışmak sıhhat verir, insanı hayatın zaruri meşguliyetlerine karşı atik kılar, uzun fasılalarla eriştiğimiz zengin bir sofranın tadını daha iyi çıkarmamızı temin eder ve tesadüfe karşı korkusuz kılar.

Zevkin gaye olduğunu söylediğimiz vakit -öğretimizi bilmiyen veya bizimle aynı kanaatte olmıyan veya fikirlerimizi yanlış alıyan bazı kimselerin zannettikleri gibi- biz, sefihlerin zevklerini veya şehvani arzularla ilgili zevkleri kastetmiyoruz; vücutça acı duymayı, ruhça da sarsıntı geçirmemeyi kastediyoruz; çünkü ne birbirini takip eden içki alemleri, ziyafetler, ne şehvani arzuların oğlanlarla veya kadınlarla tatmini, ne de balık yemekten duyacağımız zevk hayatı zevkli kılar; hayatı, her tercihin veya reddin sebeplerini araştıran ve insanın ruhunu büyük kargaşalıklara sevk edecek yanlış kanaatleri silkip atan ölçülü bir muhakeme zevkli kılar.

Bütün bunların başlangıcı ve dolayısı ile en büyük iyilik itidaldir; böylece itidal felsefeden dahi kıymetlidir: o bütün öbür faziletlerin kaynağıdır; ve o bize şunu öğretir ki, itidalli, iyi ve adil olmadıkça, hayat zevkli olamaz, bunun gibi zevkli olmadıkça da <hayat itidalli, iyi ve asil olamaz>. Çünkü faziletler zevkli hayata tabiaten bağlıdır, zevkli hayat da bunlardan ayrılamaz. Nitekim düşün: tanrılar hakkında dindarca kanaatler besliyen, ölümden hiçbir korkusu olmıyan, tabiatın gösterdiği sonu düşünmüş olan, iyiliklerin sınırına erişmenin kolay olmasına mukabil, kötülüklerin ya zaman, ya şiddet bakımından tahditli olduğunu kavrıyan, ve nihayet bazı kimselerin her şeyin mutlak efendisi mevkiine yükselttiği <mukadderatı alaya alan> insandan üstün olan var mı? <Bu adam hadiselerin bir kısmını zaruret dolayısı ile vukubulduğunu>, bir kısmının tesadüfün eseri olduğunu, bir kısmının da bizim elimizde olduğunu iddia eder, çünkü zaruretin mesul tutulamıyacağını, tesadüfün ise oynak olduğunu, elimizde olanın ise efendisiz olduğunu ve tekdirle takdirin tabii olarak ona bağlandığını görür (nitekim tanrılar hakkında anlatılan mythosları kabul etmek, tabiatçıların mukadderatına uşaklık etmekten daha iyi olurdu; zira mythos tazim yolu ile tanrıların yatıştırabileceği ümidini veriyor, öbürü ise zaruretin yatıştırılamaz olduğunu kabul ediyor); tesadüfe gelince, o, tesadüfü ne, ekseriyetin telakki ettiği gibi, bir tanrı olarak görür (zira tanrının yaptığı hiçbir şey nizam dışı olamaz) ne de oynak bir sebep olarak görür (zira iyiliğin veya kötülüğün, tesadüf tarafından insanlara saadet içinde yaşamaları için verildiğine inan<maz>, ancak büyük iyiliklerin veya fenalıkların başlangıcının tesadüften çıktığına inanır) ve akıllıca bir hareket neticesinde bedbaht olmayı, akılsızca bir hareket neticesinde bahtlı olmaya üstün tutar (çünkü hareketlerimizde doğru olarak tasarladığımızın <muvaffak olmaması, yanlış bir tasarlananın> tesadüfün marifeti ile başarıya erişmesin<den daha iyidir>).

İşte bu ve bu mahiyetteki meseleleri gece gündüz kendi başına ve sana benziyen bir arkadaşınla beraber düşün: hiçbir zaman uyanıkken olsun, uykuda olsun, sarsıntı geçirmeyeceksin ve insanların arasında bir tanrı gibi yaşayacaksın. Çünkü ölümsüz iyilikler içinde yaşıyan insanın ölümlü bir varlığa benzer bir tarafı yoktur. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder