5 Ocak 2020 Pazar

Eski Hırkama Hasret yahut Paradan Çok Zevki Olanlara Öğüt


*Bu yazı, Milli Eğitim Bakanlığı (Maarif Vekilliği) tarafından çıkarılan TERCÜME dergisinin 1942 yılında yayınlanmış 14. sayısından alınmıştır.
*Günümüzde değişime uğramış kelimeler ve işaretler aynen aktarılmıştır; metin içi bir düzenleme yapılmamıştır.

*

Ne dedim de saklamadım? O bana alışmıştı, ben de ona. Vücuduma kalıp gibi oturur da rahatsızlık vermezdi; onu giydim mi, bana görülecek bir hal, bir güzellik gelirdi. Yenisi kaskatı, sanki kolalı, beni bir taş bebeğe çeviriyor. Eskisi hatır sayar, bir hizmetimden çekinmezdi; fıkara kısmı öyledir, bir iyilik edeyim der. Bir kitap mı tozlanmış? Eteklerinden biri, ossaat temizlerdi. Mürekkep pıhtılaşmış da kalemden akmıyor mu? Gelsin hırkamın yanı. Bana sık sık ettiği o hizmetler uzun, kara birer çizgi ile üzerinde yer etmişti. O uzun çizgilerden benim edebiyatla uğraşır, yazar, hasılı çalışır bir adam olduğum anlaşılırdı. Şimdi işsiz güçsüz zenginlere döndüm; ben kimim belli değil.

Ona sığındım mı, artık ne bir uşağın sakarlığından korkardım, ne de kendi sakarlığımdan; ateş sıçramış, su dökülmüş, aldırmazdım. Eski hırkamın dediği dedik efendisi idim; yenisinin kölesi oldum.

Altın postu bekleyen ejder benim kadar çekmemiştir. Beni tasadır aldı.

Sevdalı ihtiyarlar vardır; elleri, kolları bağlı, kendilerini bir deli kızın keyfine kaptırır da sonra sabahtan akşama kadar: <<Ah! nerede benim ihtiyar kalfacığım! Hangi şeytan dürttü de onu savdım, bunu getirdim!>> diyip diyip ağlar, içlerini çekerler.

Ben ağlamıyorum, içimi çekmiyorum ama ben de her an: <<Lanet olsun bayağı kumaşı kızıla boyayıp pahalandırmağı icadedene! Lanet olsun saygı ile giydiğim bu pahalı hırkaya! Nerede benim eski, gönülsüz, rahat hırkacığım!>> diyip duruyorum.

Eski dostlarınızı sakın bırakmayın, dostlarım. Zenginliğe ermekten korkun, dostlarım. Benim halimden ibret alın. Yoksulluğun kendine göre kayıtsızlıkları, bolluk içinde yaşamanın da sıkıntıları vardır.

Ah! Diogenes! sana üstadım derdim ama beni Aristippos'un ( Sokrates'in tilmizlerinden bir filozof; zevki ve keyfi övmüştür ) süslü püslü urbası ile bir görsen, kim bilir ne gülersin! Ah Aristippos! bu süslü püslü urba meğer ne bayağılıklara mal olmuş! Senin hep rahatını arayıp yüzsuyu dökerek kadıncasına yaşayışın nerede, paramparça elbiselere bürünmüş, dünyaya metelik vermez o usu bütün insanın başıboş, ruhu pek yaşaması nerede! Sultanı olduğum fıçıyı bıraktım da gittim, kendime zalim bir sultan edindim.

O kadarla kalsa, dostum! Dinleyin de bakın süse, ziynete düşmenin ne kötülükleri oluyor, bir sardı mı artık her şeye el uzatan süs hevesi insanın başına ne dertler açıyor.

Eski hırkam, düne kadar çevremi saran derme çatma eşyaya denkti. Bir hasır iskeml, tahta bir masa, İtalyan işi ucuz bir duvar halısı, üzerine birkaç kitap yerleştirilmiş çam bir raf, o halının üzerine köşelerinden iliştirilmiş çerçevesiz, isten kararmış birkaç basma resim, o resimlerin ortasında sarkan üç dört alçı kabartması eski hırkama uyuyordu da ortaya ahenkli bir yoksulluk çıkıyordu.

Şimdi bir şey bir şeyi tutmuyor. Ne uygunluk kaldı, ne birlik, ne de güzellik. Yeni tutulan tembel hizmetçi papazın evini ne hale kor, karısı ölmüş bir erkeğin evine giren kadın neler eder, azledilmiş nazırın yerine gelen yeni nazır nelere kalkar, akidelere sımsıkı bağlı bir piskoposun yerine hürriyet tanır bir piskopos geçince hükmü altındaki çevrede neler olur, bilirsiniz; benim evime çöken o kızıl belanın ettikleri yanında bunlar hiç kalır.

Bir köylü kadına ne kadar baksam tiksinmem. Başını örten o kaba beyaz bez parçası, yanakları üzerine darmadağın dökülmüş ve saçlar, vücudunu yarı kapatıp yarı çıplak bırakan o çaputlar, ancak dizlerine kadar inen dar, berbat fistan, o çamurlu, yalın ayaklar gözlerimi incitmez: bütün bunlar benim saygı ile andığım birtakım insanların halidir, benim acıdığım talihsiz sınıfın çektiği, kaçınamadığı mahrumiyetlerin sanki bir arada kendilerini göstermeleridir. Ama şu kötü kadın beni iğrendirir; geçtiği yerde bir lavanta kokusu kalıyormuş, ben gene ondan kaçar, başımı çeviririm: İngiliz tentenesi ile süslenmiş şapkası, yırtık kollukları, kirli ipek çorapları, yıpranmış ayakkabıları bana bugünün fıkaralığı ile dünün bolluk içindeki hayatını birleştirmiş halde gösterir.

Bir buyurdu mu, bir daha dönmiyen benim kızıl bela her şeyi kendine uydurmasaydı, benim evimin hali de işte ona dönecekti.

İtalyan işi halı ne zamandır asılı durduğu duvardan indi, yerini Şam işi perdelere bıraktı.

Hiç de değersiz olmıyan iki basma resim vardı: Poussin'in Çölde kudret yağmuru ile gene o ressamın Esther Assuerus'un karşısında adlı eserlerinden çıkarılmış iki resim; boynu bükük Esther'i, Rubens'in bir ihtiyarı hayasızca kovdu, Kudret helvası yağmuru'nu da Vernet'nin Fırtına'sı dindirdi.

Maroken bir koltuk gelip hasır iskemleyi sofaya sürdü.

Homeros, Vergillius, Horatius, Cicero, ağırlıkları altında eğilen çam rafı bu yükten kurtarıp bana değil, kendi şanlarına yakışan bir dolaba sığındılar.

Koca bir ayna gelip ocağın üstünü kaplayıverdi.

Falconet'nin kendi eli ile onarıp dostluğunu göstermek için bana verdiği iki güzel alçı kabartma kalktı, yerine çömelmiş bir Venüs geldi. Böylece, İlkçağ'ın tuncu zamanımız alçısını kırıverdi.

Tahta masa daha dayanıyordu; bir sürü küçük kitaplarla karmakarışık kağıtların altına saklanmış, başında dolaşan tehlikeyi bu sayede atlatacağa benziyordu. Kaderinde varmış, o da kurtulamadı; üşendim ama günün birinde o küçük kitaplarla kağıtlar kalkıp pahalı bir yazıhanenin çekmelerine yerleşiverdiler.

Ah! şu yakışır şu yakışmaz kavgası!... İnce, ama masrafına dayanılmaz duygu! her şeyi değiştiren, yerinden oynatan, yapan, yıkan, babaların keselerini boşaltıp kızları çeyizsiz, oğulları mektepsi bırakan, birçok güzel şeyler meydana getirip birçok da kötülükler edeni benim evimde tahta masanın yerine o başımın belası pahalı yazıhaneyi çıkaran sen: milletleri deviren sensin; benim eşyamın bir gün mezata çıkmasına, kısık sesli bir tellalın: <<Çömelmiş Venüs heykeli yirmi altın>> diye bağırmasına sebep belki de sen olacaksın.

Vernet'nin Fırtına'sı ile tam onun altına gelen yazıhane arasında göze gelen bir boşluk kalmıştı. Bu boşluğu da bir asma saat doldurdu. Hem de ne saat! Geoffrin'in (18. yüzyılın meşhur bayanlarından; salonunda filozoflar toplanırmış ) salonuna yakışır bir saat, altın yaldızla tuncun birbirine karıştığı bir asma saat...

Penceremin yanında açık bir köşe kalmıştı. O köşe de küçük bir yazı masası istermiş... İstediğine kavuştu.

Rubens'in çizdiği güzel ihtiyar başı ile küçük yazı masasının arasında da göze batan bir boşluk peyda oldu; orası da La Grenee'nin iki resmi ile dolduruldu.

Burada gene o ressamın bir Magdeleine'i, şurada ya Vien'inmiş, ya Machy'nin, bir resim taslağı; evet, ben artık taslak satın alma merakına da düştüm. Hakimin gönüllere fazilet aşılıyacak odası işte böyle değişti, değişti, işi gücü para olan bir adamın yüz kızartacak odasına dönüverdi. Milletin çektikleri düşünülürse, bu benimkisi hayasızlıktır.

Eski fıkaralık halimden kala kala bir kilim kaldı. Ne kötü kilim benim şimdiki  süsüme, ihtişamıma hiç uymuyor, biliyorum. Ama yemin ettim, gene de ediyorum, Denis hakimin ayakları hiçbir zaman Savonneire'den çıkma mükellef bir halıyı çiğnemiyecek, kulübesinden padişahının sarayına götürülen köylü nasıl çarıklarını bırakmışsa ben de o kilimi bırakmıyacağım. Sabahleyin arkamda şatafatlı kızıl hırkamla odama girdim mi, gözlerimi eğiyor, eski kilimimi görüyorum; o bana dün ne olduğunu hatırlatıyor da gurur gönlümün eşiğinde duruveriyor.

Hayır, dostum, hayır; ben kötüleşmedim. Derdi olan gelsin, görür ki kapım gene açılır, ben de gene halden anlarım. Söylesin, dinlerim, öğüt istiyorsa öğüt verir, yardım istiyorsa yardım eder, acınmak istiyorsa acırım. Yüreğim katılaşmadı, burdum havaya kalkmadı. Gene eskisi gibiyim; iyi, temiz insan. Özümle söxüm gene bir, duygularım gene o duygular. Benim süse, ziynete kapılmam daha yenidir, ağu daha iyice işlemedi. Ama zamanla ne olur, bilinmez. Karısı ile kızını unutan, borçlara giren, bir koca, bir baba olmaktan çıkan, ak akçeyi kesesinde sımsıkı saklıyacağına... Ne beklenir böyle adamdan?

Ey ulu peygamber! ellerini göğe kaldır da tehlikeye düşmüş bir dost için Tanrıya yalvar, de ki: <<Denis'in alnına gönlü zenginlikle kötüleşecek diye yazdınsa boz, taptığı güzel sanat eserlerini esirgeme; ateşine onları yak da Denis'i gene eskisi gibi fıkara et.>> Ben de derim ki: <<Ey Tanrı! ulu peygamberin ettiği duaya razıyım! Her şeyi bırakıyorum; hepsini al; evet, hepsini, yalnız Vernet'nin resmini alma. Bırak bana Vernet'nin Fırtına'sını. Onu yapan ressam değil, sensin. Hem dostluğun, hem de senin eserin olan o resme kıyma. Bak şu deniz fenerine; bak sağda, fenerin yanında yükselen kuleye; bak rüzgarların didiklediği şu ağaca. Bu kütle ne güzel! O karanlık kütlenin altında, bak şu yeşillikle örtülü şu kayalara. Senin kudretli elin onlara o biçimi vermiş; elindeki rahmet onları öyle kaplamış. Kayaların dibinden denize doğru inen şu tümsekli çukurlu toğrağa bak. Dünyadaki en sağlam şeyleri bile zaman senin izninle nasıl aşındırır, nasıl yıkar, onu göstermiyor mu? Güneşin onu başka türlü mü aydınlatmıştı? Tanrı'm bu sanat eserini yok edersen sonra kıskançtır derler. Şu sahile dökülmüş zavallılara acı. Onlara uçurumlarının dibini gösterdin, yetmez mi? onları kurtarman gene perişan edeyim diye miydi? Bak, şu adam sana hamdediyor, dinle onun duasını. Malından kalmış üç beş parçayı bulup toplamağa çalışan şu adama yardım et. Şu çılgının beddualarına aldırma: biçare! evine hayırlısiyle döneceğini ummuştu; kazanacağını kazanmış, artık işten çekilmeği, dinlemeği kuruyordu; bir daha yola çıkmayacakmış. Yolda belki yüz kere parasının ne tuttuğunu parmaklariyle hesabetmişti; onu nasıl kullanacağını tasarlamıştı: bütün umdukları boşa çıktı; şimdi çıplak vücudunu örtecek birkaç şeyi var, yok. Şu karı kocanın şefkati seni merhamete getirmiyor mu? Bak, bu kadıncağızın gönlünde ne korku uyandırmışsın. Daha büyük bir ceza etmedin diye sana hamdediyor. Bak, çocuğu senin buyruğunla kendisinin de, babasiyle anasının da geçirdikleri tehlikenin ne tehlike olduğunun farkında değil; yolda hiç yanından ayrılmayan arkadaşiyle uğraşiyor, köpeğinin tasmasını takıyor. Bağışla o masumu. Kocasiyle beraber denizden daha yeni kurtulmuş şu kadıncağıza bak; kendisi için değil, evladı için korkup titredi. Bak onu bağrında nasıl sıkıyor, nasıl öpüyor. Tanrı'm! bu sularda senin kulundur. Nefesinle çoştukları vakit de elinle yatıştıkları vakit de senin kulundur. Öyle dilediğin için toplayıp gene öyle dilediğin için dağıttığın bu kara bulutlar da senin kulundur. Bak, artık ayrılıyor, uzaklaşıyorlar; gün ışığı sular üzerinde yeniden doğuyor; kızıllaşan ufuk havanın düzeleceğini müjdeliyor. Ufuk ne kadar uzak! denizle hiç birleşmiyor. Gök aşağılara iniyor, sanki arzın çevresinde dönüyor. Bu göğü artık iyice aydınlat, denizi iyice yatıştır. Bırak, gemiciler karaya vuran gemilerini gene yüzdürsünler; işlerinde onlara yardım et; onların kollarına kuvvet ver, bana da bırak resmini kendine mağrur adamı cezalandıracağın değnek diye bırak onu bana. Artık gelenler beni görmeğe, beni dinlemeğe değili benim evimde Vernet'ye hayran olmağa geliyorlar. Ressam. Ressam hakimin burnunu kırdı.>>

Ey benim dostum! Vernet'nin bendeki resmi ne de güzel! Konusu, pek büyük bir felakete varmadan biten bir deniz fırtınası. Dalgalar, daha çoşkun; gök hala bulutlarla örtülü; gemiciler karaya oturan gemileri ile uğraşıyor, yerliler çevredeki dağlardan koşup geliyor. Bu ressam ne akıllı fikirli insan! Seçtiği anı gösterebilmek işçin, en önemli birkaç yüz çizivermek ona yetmiş. Bu sahne ne kadar doğru! Her şey ne kadar da canlılıkla, kolaylıkla, kuvvetle gösterilmiş! Bana dostluğundan verdiği bu resmi saklamak istiyorum. Damadım da onu çocuklarına, onlar da kendi çocuklarına, sonra onlar da gene kendi çocuklarına versinler.

O resimde ne ahenkli bir bütünlük var, bir görseniz! Her şeyi birbirine uygun; her parçanın tesiri, biribirikinden doğuyor; her şey sıkıntısızca, gösterişsizce değerini meydana çıkarıyor; sağdaki şu dağlar ne de dumanlı! şu kayalar, kabarık binalar ne kadar güze! Şu ağaç ne de görülecek şey! Şu toprak ne iyi aydınlatılmış! ışık orada perde perde ne güzel azalıyor! bütün bu yüzler, doğru, hareket halinde, tabii, canlı yüzler ne ustalıkla dizilmiş ünlem! insanda hemen ilgi uyandırıyor; ne kuvvetle çizilmiş; resmin zemini üzerinde ne de güzel cisimleniyorlar! Bakın! şu uçsuz bucaksız genişliğe, şu suların gerçekliğine; şu bulutlar, şu gök, şu ufuk! Şurada, çoğu ressamların yaptığının tersine olarak, dip karanlık bırakılmış, ön taraf aydınlatılmış, gelin de görün benim Vernet'mi; ama elimden almayın.

Zamanla borçlar ödenir; vicdan azabı diner; gene saf bir hazza ererim. Korkmayın, böyle güzel şeyler biriktirmek hevesi beni büsbütün kavramaz. Eski dostlarım oldukları gibi duruyor; sayıları da artmadı. Ben Lais'i ( İlkçağın ünlü bir kötüsü. Diderot, Vernet'nin resmini o güzel kadına benzetiyor ) elde ettim ama Lais beni elde edemedi. Onun kolları arasında bahtiyarım ama benim seveceğim, onun benden daha bahtiyar kılacağı biri bulunursa, veririm. Gelin de kulağınıza bir şey söyleyim: kendini başkalarına pek pahalıya mal eden bu Lais bana bedavadan geldi.

Denis Diderot


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder